26 Mart 2013 Salı

Din Sosyolojisi 1-10 Ünite Özeti


DİN SOSYOLOJİSİ 1.ÜNİTE DİN SOSYOLOJİSİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
GİRİŞ* Sosyoloji ve din sosyolojisi, felsefe ve tarih bilim daları ile karşılaştırıldığında en genç bilimlerden sayılır. * Din ve dinden kaynağını alan sosyal olaylar, insanlık tarihi boyunca en çok tartışılan konulardandır. * Dini-sosyal gerçekliği anlamaya çalışmak, din sosyolojisinin en önemli yöntemsel çabasıdır.

SOSYOLOJİ* Sosyolojinin sistemleşmesi, kurumsallaşması ve kendisini “felsefe”den sıyırarak bağımsız bir din haline gelmesi 19.yy ın ortalarında gerçekleşmiştir.* Sosyoloji kelimesi ilk defa Auguste Comte (1839) tarafından kullanılmıştır. * Socio (toplum) + logie (bilim) = toplumbilim * Sosyoloji dilimize önce “ilmi ictima” ve “ictimaiyat” olarak çevrilmiştir. Günümüzde “toplumbilim” olarak Türkçeleştirilse de bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de sosyoloji olarak kullanılır.* Etimolojik olarak sosyolojiyi toplumsal olanın bilimi olarak nitelendirebiliriz. * Sosyoloji, 19.yy da ilkin Fransa’da bulanımlar içine kıvranan toplumun sorunlarına çözüm üretmek için ortaya çıkmış ve Fransa ile sınırlı kalmayıp kısa zamanda diğer ülkelere de yayılmış bir bilimdir.

SOSYOLOJİ KONUSU* Sosyolojinin konusu insan toplumlarıdır. Toplumu ve orada meydana gelen sosyal olayları inceler. Toplum içinde ortaya çıkan sosyal olayları, sosyal kurumları, sosyal yapıları ve bu yapıdaki değişmeleri kendine konu edinir.* Toplumsal olay ve olguları inceleyen sosyoloji, bireyle ilgilenmez.* Tek tek bireylerin sorunlarıyla değil toplumsal sorunlarla ilgilenir. * Olması gerekeni değil, olanı olduğu gibi inceler. * Ahlak, hukuk, din gibi bireylerin nasıl davranması gerektiğine ilişkin kurallar koymaz. Bu anlamda kural koyucu/ hüküm verici (normatif) değil, objektiftir.* Olayları sebep sonuç bağı içinde inceler.

ÖZEL SOSYOLOJİLER * Sosyoloji, genel sosyoloji ve özel sosyoloji olarak iki kategoriye ayrılır. * Genel sosyoloji; sosyoloji biliminin tanımı, konusu, alanı, yöntemi, diğer bilim dalları ile ilişkiler, sosyolojik ekolleri gibi teorik temellerini araştırmak konusu yapar. * Özel sosyoloji ise toplumun ve toplumsal hayatın belirli bir yönünün sosyolojik araştırılmasıdır. Örneğin, Din Sosyolojisi, Eğitim Sosyolojisi, Siyaset Sosolojisi gibi..

DİN SOSYOLOJİSİ* Din Sosyolojisi terimini ilk defa Emile Durkheim 1899’da bir yazısında kullanmıştır. * Ülkemizde aynı yıllarda “İlmi İctimaiyatı Dini” veya “Dini İctimaiyat” karşılığını alan bu bilim dalı, uzun yıllardır Din Sosyolojisi adıyla, bilim dünyasındaki yerini almıştır.

DİN SOSYOLOJİSİ KONUSU* Başlangıçta din sosyolojisi, 19.yy ın pozitivist ve evrimci bilim anlayışından hareketle, ilkel diye nitelendirilen dinlerin etnolojik ve daha sonra da evrensel dinlerin tarihi sosyoloji araştırılmasını kendine konu edinmiştir. * 20.yy ın başlarında, aynı zamanda sistematik ve bağımsız din sosyolojisinin de kurucusu kabul edilen Max Weber, kendisinden öncekilerin aksine din sosyolojisinin görevinin, dinin özünü, kaynağını, doğasını veya dini değerlerin doğruluk veya yanlışlığını araştırmak olmayıp, din-toplum ilişkileri bağlamında, din ile diğer sosyal kurumlar arasındaki karşılıklı etkileşimi, dini inançlardan kaynağını alan sosyal davranışların incelenmesi olduğunu söyleyerek yeni bir sosyoloji anlayışının öncülüğünü yapmıştır .* Weber’den sonra, Joachim Wach, din sosyolojisini din ve toplum arasındaki ilişki ve onlar arasındaki etkileşimin şekilleri olarak tanımlayarak, bu alana yeni bir açılım kazandırmıştır.

BİLİMLER SINIFLAMASINDAKİ KONUMU* 1) Doğa Bilimleri: Doğa ve doğa olayları ile ilgilenen Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi vb. * 2) İnsan Bilimleri: İnsanı, insanın tarihini, kültürel- toplumsal dünyasını konu edinen Tarih, Antropoloji, Sosyoloji, Psikoloji, Siyaset bilimi vb .* 3) Din Bilimleri: Dinler Tarihi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Fenomenolojisi vb.

ÖZEL DİN SOSYOLOJİLERİ* Sosyolojide olduğu gibi özel din sosyolojisi de uzmanlaşmış alt dallara ayrılmıştır. Bütün dinlerin sosyolojik incelemesini konu edinen genel din sosyolojisi ile yalnız bir dine ait konuları ele alan özel din sosyolojileri de vardır.( Hıristiyan Din Sosyolojisi, Yahudi Din Sosyolojisi, İslam Din Sosyolojisi vb.) * Özel din sosyoloji çalışmalarına örnek:Ernst Troeltsch: Hıristiyan Kilise ve Gruplarının Toplumsal ÖğretisiJean-Paul Charnay: İslam’ın Dini Sosyolojisiİlyas Ba-Yunus, Ferit Ahmet: İslam Sosyolojisi-Bir GirişYümni Sezen: İslam’ın Sosyolojik Yorumu

YÖNTEM VE TEKNİKLER* Yöntem: Belli bir amaca, hedefe ulaşabilmek için izlenilmesi gereken yol, süreç, sistem. * Teknik: Seçilen yönteme bağlı olarak belirlenen ve kullanılan bilgi edinme araçları. * Din sosyolojisi, dinin toplumsal boyutunu, sosyal gerçeklik olarak ele alıp incelerken genel sosyolojinin yöntem ve tekniklerinden yararlanır.* Sosyoloji gibi din sosyolojiside;-Tümevarımcı (parçadan bütüne, özelden genele, tikelden tümele varmak için kullanılan akıl yürütme) yöntemi kullanır.- Tümdengelimi de ( bütünden parçaya genelden özele…..) yeri geldiğince uygular. - Sosyal olay ve olguları neden-sonuç bağlamında ele alır.- Çok faktörlü çoğulcu yaklaşımı esas alır. * Araştırmacılar; objektif olmalı, betimsel yaklaşımla olanı olduğu gibi tespite çalışmalı, önyargılardan arınmalıdır. * Din sosyolojisi incelemelerinde kullanılan üç aşamalı uygulama;- Gözlemleme - Karşılaştırma - Açıklama

GÖZLEMLEME* Sosyolojik bir araştırmada ilk aşama gözlemlemedir. * Durkheim’e göre; her şeyden önce sosyal olayların bir obje olarak yani dışımızdaki bir eşya gibi incelenmeleri gerekir. Toplum olayları ruhsal durumlar gibi değil, fizik olaylar gibi ele alınmalıdır. Çünkü bu, sosyolojinin objektif bilim olmasının gereğidir.İkinci şart olarak, önyargılardan sıyrılmak gerekir.Gözlemin tam olarak yapılabilmesi için diğer bir şart da, sosyal olayların tanımlanması ve sınırlandırılmasıdır. Biyolojik ve ruhsal olaylarla karıştırılmaması, sosyal olmayan olaylardan ayırt edilerek incelenmesi gerekir.* Sosyal gözlem iki şekle yapılır. a) Dolaylı (vasıtalı) gözlem) b) Dolaysız (vasıtasız) gözlem

Dolaylı Gözlem* Tarihin verileriyle yani belgelerle yapılan geçmişle ilgili bir gözlemdir. * Batı’da Max Weber, İslam dünyasından İbn Haldun başta olmak üzere pek çok din sosyoloğu bu tarihi yöntemi kullanarak çalışmalarını gerçekleştirmişlerdir.* Sosyoloji/ din sosyoloji araştırmalarında dolaylı gözlem yapacak araştırmacı için üç materyal vardır. 1) Sözlü gelenekler: Masallar, efsaneler, vecizeler, atasözleri, türküler, menkıbeler, şiirler, destanlar, dini hikayeler vb. Bütün bunlar ait oldukları dönemle ve toplumla, dini-sosyal olay ve olgularla ilgili önemli bilgiler ve izler taşır. 2) Yazılı gelenekler: Bunlar araştırmacılar için çok değerli veriler sunarlar. Arşiv belgeleri, şeriyye sicilleri, fetvalari vakfiyeler, fermanlar, kanunnameler, hatırat kitapları, seyahatnameler gibi her türlü eski eserler. 3) Şekillenmiş anıtlar: Taşınır ve taşınmaz her türlü sanat eserleri bu grupta yer alan bilgi kaynaklarıdır. Dini mimari yapılardan halı, kilim, hat ve minyatürlere kadar her çeşit eser ve kullanılan eşyalar toplumların dini hayatlarının sosyolojik incelenmesinde önemli yer tutarlar.

Dolaysız Gözlem* Günümüz toplumlarını doğrudan doğruya veya birinci elden yerinde izlemek ve incelemektir. * Dolaysız gözlem kendi içersinde ikiye ayrılır. 1) Yaygın gözlem: Geniş topluluklarına dini hayatları için örneklem kullanılırsa bu yolla derinlemesine analiz yapılamayacağından, yaygın bir gözlem yapılmış olur ki buna yaygın gözlem denir. 2) Yoğun gözlem: Dar, küçük toplulukların dini-sosyal hayatlarının daha yakından incelenmesi için yapılan gözleme yoğun gözlem denir.* Dolaysız gözlemin kendine özgü bir tekniği vardır. Bunlar sırasıyla öğrenme, hazırlanma ve sezme dir.a) Öğrenme: İyi bir gözlemcinin gözlemini yaptığı toplumu tanıması gerekir. O, araştırma yaptığı toplumla ilgili bilgi sahibi olmalıdır. Aynı zamanda gözlemcinin gözlemini yaptığı toplumda güven sağlayabilmesi gerekir ki, bu da onların ibadetlerine, törenlerine, sosyo-kültürel hayatlarına katılmakla sağlanır.b) Hazırlanma: Hazırlık neyi, nasıl yapacağını bilmekle ilgilidir. Bunun için gözlemci planını yapması gerekir.c) Sezme: Gözlemin iyi olması, doğru çıkarsamalar yapabilmesi için gözlemcinin anlayışlı ve sezgili olması önemlidir. Çünki elindeki malzeme becerikli ve ustalıkla kullanılmazsa her türlü çaba, çalışma değersiz kalır.
 
*Dolaysız Gözlemde Kullanılan Başlıca Araştırma Teknikleri a) Alan (saha) Araştırması: Alana çıkılarak veri toplanması ve bunların yorumlanmasıdır. Le Play’e göre sosyologlar masa başı sosyoloji yapmamalı, halkın içine karışmalıdır. Buna “katılımlı gözlem”de denir. b) Monografi: Sınırları belirlenmiş, tek bir konunun küçük grupların ya da örnek bir olayın tüm değişkenleriyle dar boyutlu ve derinlemesine incelenmesidir. Örneğin; köy, şehir, parti, dini cemaat, kan davası gibi olayları ele alıp inceleyen monogrofiler.- Monografiyi ilk kullanan Le Play olmuştur. Araştırmasını işçi aileleri üzerine yapmıştır. Din sosyolojisi açısından en dikkati çeken yönü bu ailelerin gelirleriyle dini yaşayışları arasındaki korelasyon üzerinde durmasıdır. c) Anket: Yazılı soru-cevap tekniğidir. Sözlü olanına “mülakat” denir. Birinci elden veri toplama biçimidir.Geniş kitleler üzerinde uygulanması durumunda “kamuoyu araştırması (survey)” adını alır. d) Mülakat: Araştırmanın niteliğine göre, anket yerine veya anketle birlikte mülakatla da veri toplanabilir. Anket ve mülakat objektif bilgiler edinebilmek için en ideal araçtır.

KARŞILAŞTIRMA* Sosyoloji/din sosyolojisi aynı zamanda gözlemini yani vasıflamasını yaptığı olguları karşılaştırmak ve açıklamak zorundadır.*Bilimsel sonuçlara erişmede somut ve tek bir olayla yetinilmesi önemli bir eksikliktir. Mutlaka başka zaman ve yerlerde karşılaşılan olgularla karşılaştırmalar yapılması, inceleme konusunu anlama açıklama ve genellemelere gidilebilmesi için gereklidir.* Üç çeşit karşılaştırmadan söz edilebilir. Tarihi, etnolojik ve istatistik karşılaştırmalar.

AÇIKLAMA* Din sosyolojisinde incelenen olayın gözlemlenmesi ve karşılaştırılmasından sonra açıklama ile sonuçlanması gerekir. * Araştırma boyunca uyulması gereken en önemli kural objektifliktir. Sağlıklı sonuçlar elde edebilmek, doğru açıklamalarda bulunabilmek için, objektiflik ilkesi hayati önem taşır * Din sosyoloji çalışmalarında en önemli iş, bilimsel ölçütler doğrultusunda ele alınan olayı doğru anlamak, incelemek, açıklamak ve yorumlayabilmektir. * Durkheim “Sosyal olayın nedeni yine sosyal karakterli bir olay olabilir. Biyolojik ve ruhsal bir olay, sosyal bir olayın nedeni olamaz” demektedir.* Dini-sosyal olaylar kendi bağlamı içinde yani manevi bağlamından koparılmadan incelenmeli ve açıklanmalıdır. Dinin kendine özgü varlığı ve dinamizmini görmezden gelerek kuramlar geliştirenler yanılgıya düşmüşlerdir. A.Comte’un pozitivist felsefesinden kaynaklanan bir anlayışla, ruhani ve manevi gelişmelerin, maddi şartların bir sonucu sayılması bu durumun tipik bir örneğidir.-Comte’un dini, toplumların bir fonksiyonu olarak görmesi,- K.Marks’ın dini, toplumun iktisadi hayatının bir sonucu olarak görmesi,- E.Durkheim’in dini, toplumsal şartlarda arayarak kaynağını toplumun kolektif vicdanından aldığını ileri sürmesi,- S.Freud’un din hayatını bir nevruz olarak açıklamak istemesi de bu yanılgıya örnektir.Bütün bunlar dini, din ve toplum ilişkilerini yanlış ve tek nedenli yorumlamanın sonuçlarıdır.

DİN SOSYOLOJİSİNİN KISA TARİHİ Öncüler* Din sosyolojisi bilim olarak yeni olsa da din ve toplum sorunsalı üzerinde düşünme ve inceleme yeni değildir. * İnsanlık tarihi araştırmaları, dinin insan ve toplum hayatında “fıtri” (doğuştan yatkın) bir gerçeğe sahip olduğunu göstermektedir. * Hans Freyer’in belirttiği gibi, insanlığın ne kadar eski zamanlarına, önceki dönemlerine inersek inelim, her zaman din olgusuyla karşılaşırız * Henri Bergson bu durumu şöyle ifade eder: Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bilimsen uzak, sanatsız, felsefesiz insan toplumları vardır, fakat hiçbir zaman dinsiz toplum var olmamıştır.

İlk Çağ Yunan Düşüncesi * Din sosyolojisi açısından en orijinal görüşlere Eflatun’da rastlanır. Eflatun, sofistlerin “Her şeyin ölçüsü insandır” ilkesinin aksine “Her şeyin ölçüsü Tanrı’dır” diyerek işe başlamakta ve bu görüşü üzerine bütün bir felsefe, ahlak ve siyaset sistemini kurduktan sonra, bu sistemin temeline de dini yerleştirmektedir. Çünkü kurmak istediği yeni toplum düzeninin dinsiz yaşayamayacağına inanmaktadır. * Eflatun’un din sosyolojisi açısından dikkati çeken iki eseri: “Devlet” ve “Kanunlar”. Özellikle Kanunlar alanımız itibariyle daha da önemlidir.

Hıristiyan Ortaçağı * Hıristiyanlık, doğuşu ve geniş Roma topraklarına yayılışı ile birlikte, kendini anlamak ve anlatmak istediği zaman, Yunan felsefesinin, özellikle Helenistik dönemin ünlü iki felsefi akımı olan Stoacılık ve Yeni Eflatunculuğun yardımına başvurmuştur. Dinin inanç sistemini felsefi bir şekilde açıklamak ihtiyacından Hıristiyan Teolojisi doğmuştur. * Bu dönemin toplum görüşlerinin çerçevesini biri mistik, diğeri de skolastik iki dünya görüşü oluşturmaktadır. Bu dönemde ideal toplum örneği “görünmeyen alem”dir. İçinde yaşadığımız alem gölgeden ibarettir. Çünkü sonsuz ve mükemmel topluma ancak öteki alemde kavuşulabilir. Bu dönemin iki ünlü temsilcisi;- Saint Agustin, “Tanrı Sitesi” adlı eserinde Ortaçağ Hıristiyan dünyasındaki mistik görüşün esaslarını anlatmaktadır.- Akinaslı Saint Thomas ise, “İlahiyat Mecmuası” adlı eserinde skolastik dünya görüşü ve toplum anlayışının esaslarını ortaya koyar.

Kurucular *Modern sosyoloji ve dolayısıyla din sosyolojisinin doğuşuna etki eden faktörler; Coğrafi keşifler, bilimsel ve teknik buluşlar, Rönesans ve Reform hareketleri, İngiltere, Fransa ve Almanyadaki Aydınlanma hareketi, Fransız ve sanayi devrimleri gibi olay ve olgular. * Sosyolojinin üç kuramcısı: Karl Marks, Emile Durkheim ve Max WeberBu üç kuramcı da dinin temelde bir toplumsal süreç olduğuna, bilimin gelişmesi, rasyonelleşme ve kalkınma ile birlikte modern zamanlarda öneminin göreceli bir biçimde azalacağına inanıyorlardı. * 19.yy teolog ve felsefecilerinin yazdıkları ve bunlardan özellikle Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü” adlı eseri ve diğer çalışmaları Alman aydınlarını ve daha çok gençliği etkilediği gibi, o yıllarda gençlik dönemini yaşayan Marks’ıda derinden etkilemiştir. Marks’ın dinle ilgili düşüncelerini Feuerbach’a giden köklerinde aramak gerekir.Feuerbach’a göre din, kültürel gelişme sürecinde insanların ürettiği düşünce ve değerlerden oluşmakta, fakat bunlar yanlış bir şekilde ilahi güçlere ya da tanrılara mal edilmektedir. İnsanlığın ruhun ölmezliğine inanmaları ve ilahi adaletin tecellisine inançları, yine insanların adalete susamışlıklarının soyut bir plana aktarılması, dünya ötesi bir insani isteğin şekil değiştirmesinden ibarettir. * Marks, bu düşüncelerin çok büyük etkisi altında kalmıştır. Ona göre din, ünlü değişiyle “halkın afyonudur”. Cümlenin tamamı şöyledir. “Din, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz olayların ruhudur, halkın afyonudur.”Çoğunlukla Marks’ın dinsiz olduğuna inanılır, fakat bu doğru değildir. Çünkü Marks dinin “kalpsiz bir dünyanın kalbi” olduğunu, günlük hayatın acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman olduğunu belirtir.Marks’a göre din, toplumsal değişimden çok, statükonun ve egemen sınıfların çıkarlarının devam etmesine hizmet eder.

Auguste Comte (1798-1857) *18.yy ın aşırı rasyonalizmine (akılcılığına) karşı, tepkisel bir hareket olarak doğan pozitivist felsefe, 19.yy a damgasını vurmuştur. 19.yy aynı zamanda Darwin’in evrim teorisinin sosyal bilimlere uygulandığı bir dönem olmuştur. *Sosyolojinin isim babası Auguste Comte, pozitivist felsefenin de en önde gelen temsilcilerindendir. O, pozitif yöntemin bilimler için zorunlu olduğunu, gözleme, deneye ve yasaların tespitine dayanan bu yöntemin, teolojik ve metafizik alanlara da yayılması gerektiğini söyler. Comte’un genel sosyoloji gibi din sosyolojisinin de kurucusu olduğu kabul edilir. * Ona göre sosyal statik, toplumsal düzenin, sosyal dinamikte ilerlemenin bilimi idi. Ancak her iki bölümünde temel öğesi dindi. Statik açıdan toplumu meydana getiren üç temel öğe; aile, devlet ve dindir. Din, aile ve devlet gibi insanın doğasından çıkan ve toplum halinde yaşayan insan için zorunlu bir kurumdur. * Auguste Comte, kurmayı tasarladığı pozitif toplumun pozitif bir dini olması gerektiğini ileri sürerek, din kurucusu olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta o, kurduğu bu pozitif dinin ilmihalini bile yazmıştır.

Emile Durkheim (1858-1917)* Auguste Comte’tan sonra Fransız sosyolojisinin en önemli temsilcisidir.  *Din sosyolojisi terimin ilk defa kullanan da odur. Onun sosyolojisini en geniş anlamı ile bir din sosyolojisi olarak görmekte bir sakınca yoktur. Çünkü, onun sosyolojisinin esasını kolektif bilinç anlayışı oluşturmaktadır. * Durkheim dinin toplumsallığı üzerinde durmakta, dinin özünü ve başlangıcını tamamen sosyal şartlardan hareketle açıklamaktadır.* Durkheim’in “Dini Hayatın Başlangıç Şekilleri” adlı eseri, din sosyolojisinin ilk klasiklerindendir.
 * Bir diğer eseri “İntihar” da intiharı psikolojik olmaktan çıkarıp toplumsal bir olay olarak incelemektedir. * Ona göre din, toteme tapınma (totemizm) şeklinde başlamıştır. Onun kaynağını da toplumun kolektif vicdanından aldığı iddia edilmektedir. Yani dinin kaynağı topluluğun kendisidir.

Max Weber (1864-1920)* Weber, genel olarak toplum ve ekonomi, özel olarak da din ve ekonomi üzerindeki incelemeleriyle tanınmıştır. * O, din sosyolojisinin 19.yy da olduğu gibi, dinin kökenini, gelişimini araştıran bir bilim değil, dini davranışların ya da dinden kaynaklanan sosyal davranışların bilimi olması gerektiğini söyler. * Weber’in, dini olayları inceleme yöntemi: Rickert ve Dilthey’den yararlanarak “Anlayıcı Sosyoloji” geleneğini olgunlaştırmış, öteki sosyal olaylar gibi din olaylarını da, nedenleri ve etkileri açısından “anlayış” yöntemiyle yorumlamıştır. Diğer yandan O’na göre, deneysel sosyal bilimler olanı araştırmalıdır, felsefenin ya da sosyal felsefenin yaptığı gibi olması gerekeni değil. * Weber’in din sosyolojisi ile ilgili en önemli eserleri:“Din Sosyolojisi Hakkında Makaleler”“Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” ( ona bu alanda ün kazandıran eseri) * Weber’e göre dini olaylar ekonomik olaylarla karşılıklı etkileşim halindedir. Bu tezi ile, Marks’ın din olaylarını tek bir nedene bağlama yolundaki çabalarını yetersiz bularak reddetmektedir. Max Weber, dini anlayışlarla ekonomik davranışlar arasındaki ilişkileri aydınlatmaya çalışmış olmakla din sosyolojisi kısa tarihi içinde kendine ayrıcalıklı bir yer edinmiştir.

Diğer Sosyologlar * Max Weber’e ilk önemli katkı, arkadaşı Ernst Troeltsch tarafından gelmiştir. Özel din sosyolojisi alanındaki en önemli eseri “Hıristiyan Kilise Gruplarının Toplumsal Doktrini”dir. * Asıl sistematik din sosyolojisi Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Max Weber’in öğrencisi Joachim Wach tarafından kurulmuştur. *Almanyadaki “Anlayıcı Sosyoloji” geleneğine bağlı olan Wach’ın yazdığı “Din Sosyolojisine Giriş” adlı eseri ilk defa bu alana ayrılmış sistematik çalışmadır. Wach, Weber’den daha çok dinin iç yüzüne (yorumuna) ilgi duymuştur. Ona göre in ve toplum iki bağımsız birimdir. Her iki sistemin birbirlerini karşılıklı etkilemeleri, cemaatleşme ve dini lider tipleri din sosyolojisinin konusudur. Başka bir anlatımla, dini toplumu, din-toplum ilişkilerini ve dini grupları inceler. * Max Weber ve J.Wach’ın yolunu izleyen diğer bir Alman din sosyologu da Gustave Mensching’dir. O da anlayıcı din sosyolojisi ekolüne bağlıdır.* G.Le Bras, hem dolaylı hem dolaysız gözlem teknikleriyle, Fransız Katoliklerinin dini pratikleri üzerine geniş denemelerde bulunmuştur. Yaptığı çalışmaları “Dini Sosyoloji Araştırmaları” adlı eserinde toplamıştır. G.Le Bras, genel din sosyolojisi değil de “Katoliklik Sosyolojisi” yapmış olup, özel din sosyolojisinin de öncüsü olmuştur.G.Le Bras’ın başlattığı ve ardından hemen hemen bütün ülkelerde farklı bilim alanlarında da kullanılan betimleme tekniği: “sosyografik”

Çağdaş Bazı Yönelimler* 20.yy ın ikinci yarısında diz sosyolojisi alanında, modern/seküler dünyada din-toplum ilişkileri konusunda yeni yaklaşımlar sergileyen ve öne çıkan sosyologlar:Thomans Luckman, Peter L.Berger, Robert N.Bellah, Clifford Geertz, Bryan S.Turner, Charles Y.Glock, Jose Casavova ve Grace Davie. (umarım sormazlar :frown: ) * Bazı sosyologlar din için, insanı etkileyen bazı doğaüstü güçlere inanma şeklinde özsel bir tanımlamaya girişmişse de, diğerleri böyle bir bakış açısının oldukça dar kapsamlı olduğunu savunmuş ve din sosyolojisinin, kendi araştırma alanı olarak gördüğü sahayı sınırlandırmaması ve tüm inanç sistemlerini açıklaması gerektiğini söylemişlerdir. * Berger ve Luckman din üzerine yapılan çağdaş araştırmalardan çoğunu eleştirirler ve bunların resmi kiliselerin desteği ve teşviki altında gerçekleştirildiğini belirtirler. Böylece din ve din sosyolojisi kilise merkezli olma eğilimindedir.Berger ve Luckman’a göre sosyologlar, bu tür bir “kilise sosyolojisi” yapmak yerine, insanların, yaşadıkları dünyaya anlam verme biçimi ile ilgilenmelidirler. Din, geçmişte olduğu gibi şimdi de, insanların anlam dünyasının oluşmasında ve yerleşmesinde önemli bir rol oynamaktadır.Berger ve Luckman’ın kapsayıcı din anlayışına göre din, tüm değer sistemlerini kapsamakta ve örneğin bilimcilik, psikolojizm, komünizm vb. anlam sistemleri de bir din olarak görülebilmektedir.

Thomas Luckman* Dinin tarihsel olarak kurumsallaşmış geleneksel kilise ile özdeşleştirildiğini ve böylece “işlevsel” olmaktan çok “özsel” ve aldatıcı bir din tanımının ortaya çıktığını ifade eden Luckman, bu “yargılayıcı” ve “enosentrik (bemerkezci)” tanımın teolojik ve felsefi meziyetleri ne olursa olsun, sosyolojik olarak bir değerinin bulunmadığını söylemektedir.* Eseri : “Görünmeyen Din”*Luckman’a göre kilise ve dinin özdeşleşmesi, sekülerleşmenin yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır.* Luckman, dinin, giderek daha öznel ve özel bir konu haline gelmeye başladığını, yani kiliseden koparak bireyselleştiğini ifade etmektedir.

Peter Berger* “Dinin Sosyal Gerekliliği” adlı eserinde, insanı merkeze oturtan antropolojik ve fenomenolojik bir din sosyolojisinin yöntemlerini geliştirmeye çalışmaktadır.* Berger, Luckman’ın beşeri olan her şeyin aynı zamanda dini de olduğu yönündeki antropolojik varsayımlarına ve kiliseye bağımlı bir din anlayışını eleştirmesine tamamen katılmaktadır.* Ona göre din, “kendisiyle kutsal bir kozmosun kurulduğu insani bir girişim”dir. Din, beşeri bir yansıtmadır.* Ona göre seküler sürecin başlıca niteliklerinden birisi “bireyselleşme”dir.* Berger’e göre, modern çağda dinin başına gelen şey, onun gerilemesi veya çökmesinden çok, dönüşerek “öznelleşmesi”dir.

Robert N.Bellah* Sistemleştirdiği teori: “Sivil Din” teorisidir.Sivil dinler, toplumsal sistem içinde dinin karşıladığı türden ihtiyaçları karşıladıkları için, kurumsal dinlere karşı “işlevsel bir eşdeğerlilik” sunar ya da “işlevsel bir alternatif” oluştururlar.

* Sonuç olarak, Luckman ve Berger’in “görünmeyen din” ve “bireysel din” ve Bellah’ın “sivil din” kuramları gibi işlevselci yaklaşımların, modern ve laik toplumda dine bir yer bulma çabasını yansıttığı söylenebilir. ibrak 21-03-2012 10:33

Din sosyolojisi 2. ÜNİTE 

FARABİ:din sosyolojisinin öncüsü ve hazırlayıcısıdır.toplum anlayışı ile ilgili görüşleri es siyasetül medeniyye (site yönetimi) arau ehlil medinetil fadıla (erdemli şehir halkının görüşleri) isimli eserlerinde toplanmıştır.Eflatun dan etkilenen farabi toplumsal yaşamın bir ihtiyaç olduğunu belirtmektedir.farabi ye göre toplumlar 2 ye ayrılır: 

Eksik toplumlar tam toplumlar  1) eksik toplumlar (el ictimaatü gayrül kamile)a)köy(karye)b)mahallec)sokak(sikke)d)hane(m enzil)

2)tam toplumlar(el ictimaatül kamilea)büyük(uzma)b)orta(vusta)c)küçük(sugra)büyü k toplum dünya,orta toplumlar milletler ve küçük toplumlar,şehirlerdir.şehirler erdemli ve erdemsiz olarak 2ye ayrılırlar.

Erdemsiz toplumun 4 şekli:1)cahil toplum(el medinetül cahiliyye):şehvet itibar gibi değerlere ulaşmayı hayatın gayesi ve gerçek mutluluk zanneder.

2)günahkar toplum(el medinetül fasıka):günahkar toplum erdemli toplum gibi görünsede aslında bir tür cahil toplumdur.

3)değişmiş toplum(el medinetül mütebeddile):değişmiş toplum.önceden erdemli bir toplum iken sonradan değişip erdemsizleşen.

4)şaşkın toplum(el medinetül dalle):hiçbir hedefi olmayan bozulmuş toplum.erdemli bir devlet başkanında olması gereken 12 özellik:özürsüz bir beden,anlayış ve kavrayış,kuvvetli bir hafıza,zekilik,güzel hitabet,bilim sevgisi,yeme içme kadınlara düşkün olmama,doğruluk,yücelik,adalet,ılımlılık,azim ve irade.

GAZALİ:gazali nin temel hedefi tevhit inancı ve islam peygamberinin risaleti etrafında bütün müminleri birleştirmek ve islam toplumun sosyal bütünleşmesini sağlamak olmuştur.el munkız mined dalal(dalaletten kurtuluş)tehafütül felasife(filozofların tutarsızlığı)ihyau ulumid din(din ilimlerinin diriltilmesi)faysalut tefrika beynel islamvez zenadika(islami ve gayriislami gruplar arasındaki ayrım ve farklar)kimyaüs saade(mutluluk iksiri)el iktisat fil itikat(inançta orta yol)en önemli eserleridir.

İBNİ HALDUN:modern ve deneysel din sosyolojisinin öncüsü ve hatta kurucusu sayılmalıdır.en önemli eseri mukaddime dir.6bölümden oluşur. 1.bölüm:coğrafi şartlarla sosyal hayat 2.bölüm:toplum türleri ile asabiyet ve devlet teorileri 3.bölüm:din ve devlet ilişkileri ile tavırlar teorisi hilafet kurumu ve organizmacı toplum teorisi 4.bölüm:yerleşik hayat ile köy kent ilişkileri 5.bölüm.ekonomi ve 6.bölüm:bilgi teorisi ilimler sınıflaması şiir ve edebiyatbulduğu yeni ilim dalını insan toplumunun incelenmesi olarak açıklayan haldun a.comte den yaklaşık 5 asır önce sosyolojinin kurucusu olmaya hak kazanmıştır.toplumu organizmaya benzetmekte toplumunda insanlar gibi doğma büyüme gelişme çökme aşamalarından geçtiğini söyler.tavırlar nazariyesi adı verilen bu teoriye göre beş tavır(dönem)vardır.1.zafer2.mutlakıyet3.refah4.bar ış ve israftanzimat dönemi

AHMET CEVDET PAŞA:mukaddime yi türkçeye kazandıran kişidir.haldun un asabiyet teorisini osmanlı devletine uygulamıştır.tezakir adlı eserinde ekonomik buhranla ahlaki çöküşü arasında paralellik kurmaktadır.Meşrutiyet dönemi.islam mecmuası sebilürreşad din ve toplum tartışmaları açısından öne çıkmaktadır.bunlar bu dönemde yayınlanan süreli ve tartışmalarla gündemi belirleyen yayınlardır.

ZİYA GÖKALP:e.durkheim in türkiyedeki temsilcisidir.dine önem vermiştir.ilmi ictimai dini ilk din sosyolojisi kitabı ve telif eserdir.türk din dodyolojisi biliminin öncüsü ve kurucusudur.

PRENS SABAHATTİN:eseri türkiye nasıl kurtulabilir.türkiye bir yönetim sorunuyla değil yapı sorunuyla karşı karşıyadır der.cumhuriyet öncesi ve sonrası siyaset ve ekonomi alanında fikirleri ile tartışma konusu olmuştur.bu çerçevede onun ademi merkeziyet ve teşebbüsi şahsi düşüncesi öne çıkmaktadır.

Cumhuriyet dönemi:Ziya Gökalpden sonra uzun yıllar sosyoloji çalışmaları yapılmamıştır.Hilmi Ziya Ülken eseri:Dini Sosyolojisi Cumhuriyet dönemi din sosyolojisi öğretimi kurumsal olarak 1949 da a.ü.i.f.açılmasıyla yeniden programa alınır.böylece öğretim Mehmet Karasan tarafından başlatılır.eserleri.din sosyolojisine giriş ve a.ü.i.f.dergisinde yayınlanan din sosyolojisinin öncüleri ve kurucuları adlı makalesidir.diğer önemli bir isim Mehmet Taplamacıoğlu'dur laiklik ilkesi türkiyedeki durum eserlerindendir.

Din sosyolojisinin kökleşmesi ve gelişmesinde önemli bir isim olan ünver günaydır.Erzurum ve çevre köylerinde dini hayat adlı eseri dini yaşayışı sosyolojik incelemenin ilk bilimsel örneklerindendir.Bir dönem Amerikan Üni. İslami Araştırmalar merkezinin başkanlığını yapmış olan Şerif Mardin'in eserleri din ve ideoloji modern türkiyede din ve siyaset Bediüzzaman Said Nursi olayı:modern türkiyede din ve toplumsal değişim .

HAZIRLAYAN :MERYEM IŞIK isra

DİN SOSYOLOJİSİ 3. ÜNİTE DİNİN SOSYOLOJİK MANASI

GİRİŞ* Batı dillerinde din: Religion * Lucetios ve Cicero’nun verdikleri bilgilere göre;“religare” İnsanların din yoluyla Tanrı’ya ve birbirlerine bağlanmaları“religere” Bir işi mükerreren ve dikkatlice yapmaları ve dolayısıyla sürekli yapılan ibadet ve ayinler anlatılmak istenmektedir. * İbranice’de dinin karşılığı olarak “dath”, kanun, hüküm ve yargı gibi anlamlara gelir. Yine İbranice’de ki “tora” sözcüğü köken itibariyle din, şeriat, hüküm, kanun, mezhep, ilim gibi manalar taşır.* Sanskritçe’de dini karşılayan “sanathana darma”, ebedi yol, ezeli ve ebedi hakikat, ebedi kanun gibi anlamlara gelir. * Din Arapça’da “d-y-n” fiil kökünden gelmekte olup borçlu olma, üstün gelme, idare etme, hakimiyet kurma, otorite sahibi olma, yönetme, zora başvurma, itaat altına alma, köleleştirme, itaat, kulluk kölelik, birinin buyruğuna girme, inanma, adet edinme, şeriat, kanun, mezhep, millet, izlenen örnek, usul, adet, hal, tutulan yol, huy, yargı sorgu, ceza ve mükafat gibi anlamlara gelir. (hiç bitmeyecek sandım :tongue:)* Din hakkında yapılan tanımlara bakıldığında, inanma, bağlanma ve uymaya odaklanıldığı fark edilir.

DİNİN SOSYOLOJİK MANASI* İnsan tabiatı gereği dindar bir varlıktır. İnsan, yine İbn Haldun’un ifade ettiği gibi tabiat gereği sosyal bir varlıktır. O halde din de tabiatı gereği sosyal bir olgudur. Tarihsel ve sosyolojik olarak insanın dindar ve toplumsal bir varlık, dininde toplumsal bir fenomen olduğu açıkça gözlemlenebilmektedir. * Emile Durkheim’in belirttiği üzere din, bütün insan toplumlarında karşılaştığımız evrensel sosyal bir fenomendir.* Çağdaş birçok din bilimci ve sosyal bilimci dinden evrensel bir olgu olarak bahsederler.  * Örneğin K.Devis’e göre din, toplumda öyle evrensel, devamlı ve her şeye nüfus eden bir olgudur ki eğer onu hakkıyla anlayamazsak toplumu da doğru kavrayamayız.* Auguste Comte sosyolojiyi, eşit derecede hem din hem de bilim olarak görmüştür. * “Pozitif Felsefe Dersleri” ve “Pozitif Politik Sistem” adlı kitaplarında Comte, ilk önce sosyal fizik olarak adlandırdığı sosyolojiyi, sadece bilimlerin kraliçesi olarak değil, “pozitivizm dini”nin de temeli olarak tasavvur etmiştir.

DİNE SOSYOLOJİK BAKIŞ* Sosyoloji, son çözümlemede toplumsal bir varlık olarak insan üzerine bir bakış şekli, bir düşünce biçimidir. * Sosyolojik bakışta, eylem ve olayı, tek başınalık yaklaşımı içinde, birey odaklı değil, birliktelik, ilişkililik, bağımlılık, etkileşim ve grup odaklı düşünme temel noktadır. * Din, gerçek anlamını ancak kendisine bağlı birlik veya topluluk ya da grupta bulabilir. Dini bir dünyada yaşamak, dini bir birlikteliğe mensubiyete ihtiyaç gösterir. * Sosyolojik bakışta çoklu veya karmaşık nedensellik ilkesi en önemli esaslardandır. Görünüşte sosyal olayların tek bir nedeni olduğu zannedilir. Oysa toplumsal fenomenler birdenbire varlık sahnesine çıkmaz ve tek bir çizgi izlemezler. * Toplumsal olaylar o kadar karmaşık ve görelidirler ki bir olayın birden fazla nedeni bulunabileceği gibi, birkaç olayın bir sebebi de bulunabilir.* Sosyolojik bakış, dine de çok boyutlu yaklaşmayı gerektirir. Dolayısıyla din sosyolojisinde de çok boyutlu bakış esastır. * Sosyolojik bakışın ayırt edici bir özelliği de, sosyal problemlere yönelik çözümlemelere değişebilirlik ilkesiyle yaklaşmaktır. İbn Haldun’un da vurguladığı gibi değişim kaçınılmazdır ve insanın yaşadığı her yer de her zaman var olan sosyal bir fenomendir. Değişme olgusu, sosyolog için sonu olmayan bir mücadele ve araştırma alanıdır. * Sosyolojik bakışın önemli yönlerinden bir diğeri, sağduyuyla sürekli ve yakın bir diyalogu korumakla birlikte, sağduyunun sınırlılığını aşmaktır.* Sosyolojik bakışın en önemli getirilerinden biri, sorgulama, eleştirme, yanlış telakkileri yıkma, sırrı ifşa etme ve büyü bozmadır. Sosyolojik bakış bu özellikleriyle ezberleri bozan bir bakış açısı olup P.Berger’in işaret ettiği gibi insanları, çoğu şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğiyle yüzleştirir. * Din sosyolojisi dine sosyolojik bakışla, din hakkında ezberleri bozmakta; dine dair bilimsel olmayan üstünkörü düşünce, bilgi ve yaklaşımların yanlışlıklarını veya eksikliklerini ortaya koymak suretiyle dinin toplumsal gerçekliğinin doğru görülmesini sağlamaktadır. * Sosyolojik bakış, duyarlı ve empatik yaklaşıma bağlı olarak kişiye topluma karşı sorumlu davranma, dikkatli söz söyleme ve sosyal gerçeklikle ilgili doğruları söyleme yaklaşımı sergiler. * Dine sosyolojik bakışta da duyarlı, empatik ve sorumlu yaklaşım oldukça önemlidir.

DİN SOSYOLOJİSİ* Auguste Comte, Emile Durkheim, Herbert Spencer, Karl Marks, Max Weber gibi sosyolojinin önde gelen isimleri dini, sosyal hayatın vazgeçilmez bir veçhesi ve geçmişle günümüzü anlamada zorunlu bir pencere olarak telakki etmişlerdir. Sonuçta din, sosyolojinin ana konuları arasındaki yerini almış ve sosyologların temel ilgi alanlarından olmuş, buradan da din sosyolojisi doğmuştur. * Din sosyolojisi, dine sosyolojik bakış temelinde din ve toplumun karşılıklı ilişkilerini, yani etkileşim noktalarını araştırma konusu yapar. * İlk sistematik din sosyolojisi eserinin yazarı Joachim Wach’a göre din sosyolojisinin gerçek konusu, dini tecrübenin inanç, ibadet ve cemaat boyutlarıdır.

DİNİN SOSYOLOJİK MANASI Dinin sosyolojik manası, dini sosyolojik açıdan ele almayı, anlamayı, tasvir etmeyi, yorumlamayı; dinin toplumsal gerçekliğini sosyolojik perspektiften, ampirik verilere dayanarak, ama onu büsbütün sosyal ve sosyolojik olana indirgemeden anlama ve yorumlama çabalarını ihtiva eder.

DİNİN TANIMI* Dinin üzerine yapılan tanımlardan her biri, dinin belli bir yönüne veya bazı yönlerine dayanmaktadır.Örneğin İslam kelamcılarına göre din, Allah tarafından vahiy yoluyla ve peygamberleri aracılığıyla va’z edilen ve bağlılarını dünya ve ahirette mutluluk ve kurtuluşa götüren inanç ve amellerden oluşmuş bir kurumdur.Elmalılı H.Yazır’ın ifadesiyle din “zevi’lukulu, hüsnü ihtiyarlariyle bizzat hayırlara sevk eden bir va’zı ilahidir.”Din E.B.Taylor’a göre ruhsal varlıklara inançR.Otto’ya göre insanın kutsalla ilişkisiM.Müller’e göre duygular ve aklın nüfus edemediği şeylerle ilgili inanç ve uygulamalardan meydana gelen bir sistemG.Mensching’e göre insanın kutsalla hayati ilişkisi ve kutsalla çevrilmiş insanın cevabi davranışlarıdır.Görüldüğü gibi din farklı biçimlerde tanımlanmaktadır ve anlaşılmaktadır ki, sonuçta dinin tanımı konusu, karmaşık ve problematik bir konudur. Dini tanımlamak kolay bir iş değildir.

* Dinin dar tanımları denilebilecek substantif (özsel) tanımlar, dinin ne olduğunuGeniş tanımları denilebilecek fonksiyonel (işlevsel) tanımlar ise, dinin ne yaptığını tespit ve tasvir etmeye çalışırlar.

SUBSTANTİF (ÖZSEL) TANIMLAR* R.Otto, dini “kutsalın tecrübesi” olarak tanımlamıştır. Otto’ya göre din insanın kutsalla ilişkisidir.J.Wach din hakkında yapılmış tanımların incelenmesiyle kendisinin işi olmadığını, ama en zengin, en kısa ve en basit tanımın da Otto’nun “Din kutsalın tecrübesidir” tanımı olduğunu söylemektedir.Wach’a göre dinin bu şekilde anlaşılması dini tecrübenin objektif özelliği üzerinde ısrar etmekte ve onun yalnızca subjektif tabiatı üzerinde ısrar eden psikolojik teorilere karşı çıkmaktadır.Otto bu tecrübeyi “korkutucu ve büyüleyici sır” olarak karakterize eder. * Spiro’a göre din “kültürel olarak talep edilen insanüstü varlıklarla kültürel olarak kalıplaşmış etkileşimden oluşan bir kurumdur” * Peter L.Berger’e göre; “Din, kendisiyle kutsal bir kozmosun tesis edildiği beşeri bir girişimdir.”

FONKSİYONEL (İŞLEVSEL) TANIMLAR * Bu yaklaşımı benimseyenler dinin özde ve temelde ne olduğu ile değil, ne yaptığını ve insan ve toplumu nasıl etkilediği ile ilgilenmektedirler. * Durkheim’e göre “Bir din, kutsal şeyler, yani ayrı tutulan ve yasak kabul edilen şeylerle ilgili inanç ve pratiklerden ibaret birleşik bir sisemdir. Bu inanç ve pratikler, onları kabul eden kimseleri kilise denen manevi bir topluluk halinde bir yere toplar.”Durkheim’in din tanımı veya anlayışına göre kutsal olan, son tahlilde toplumsal olanın ifadesinden başka bir şey değildir. Din bireye değil, gruba ve topluma ait bir özelliktir. * J.M.Yinger’e göre “Din, bir halk grubunun, onun vasıtasıyla insan hayatının nihai problemlerini çözmek için uğraşıp mücadele ettiği bir inanç ve pratikler sistemidir.” * T.Parsons’a göre “Din, ampirik olmayan normatif bir inanç sistemidir.” * T.Luckman’a göre din, insan organizmasının bir yeteneği olduğundan dolayı, insani olan aynı zamanda dinidir de. * C.Geertz’e göre din “insanlarda, genel bir varlık düzenine ilişkin kavramlar formüle ederek ve bu kavramları bir gerçeklik atmosferiyle kaplayarak, o gerçeklik atmosferi içinde eşsiz derecede gerçekçi görünen, güçlü, geniş kapsamlı ve uzun süreli ruhsal durum ve motivasyonlar tesis etmeye çalışan bir semboller sistemidir.” * Dini işlevsel olarak tanımlayanlar teist olmayan inanç sistemlerini de (marksizim, hümanizm, psikolojizm, ateizm, komünizm, faşizm vs.) din olarak algılarlar. Çünkü Tanrı kavramına atıfta bulunmazlar.

DİN-TOPLUM İLİŞKİLERİ* Din doğal ve sosyal bir gerçekliktir. Dinin objektifliği, dinin görünürlüğünü, ilişkisel düzeylerini, toplumsal boyutlarını dillendirir. Dinle toplum birbirinden ayrı düşünülemez. Din toplumsal hayatın hemen her alanına insanları etki altında bırakır. * Din ile toplum arasındaki ilişkiler tek yönlü değil, karşılıklı etki esasına dayanır. Din-toplum ilişkileri etkileşimsel ilişkiler olup din toplumu, toplumun kültürünü, toplumsal norm ve değerleri etkilediği gibi onlarda dini etkilemektedir. * Peter L.Berger’in belirttiği gibi her insan topluluğu bir dünya-kurma girişimidir. İnşa dilen dünyada din ile insan arasında sıkı ilişkiler bulunmaktadır. Esasen din sosyolojisinin araştırma konusu da din ve dünya problemi olarak özetlenebilir. * Wach’a göre din ile toplum arasındaki karşılıklı ilişki yakından ve sistematik bir şekilde incelenecek olursa, dinin toplum üzerindeki etkisinin birinci derecede olduğu görülür. Ayrıca din toplumun kültürü üzerinde de güçlü etkilerde bulunur. * Dinin toplum üzerinde etkili olmasında, özellikle onun meşrulaştırıcılık özelliği önemli bir rol oynar. Din, toplumda olan şeyleri, toplumsal gerçekliği, toplumsal ilişkileri insanlar katında izah etmek ve kurumsal düzenlemeleri, sebepleri hakkında sorulara cevap vermek suretiyle meşrulaştırır.

DİNİN TOPLUMSAL İŞLEVLERİ 1) İnananlarına çeşitli toplumsal durumlarda, değişik toplumsal olaylar karşısında takip edecekleri tutum ve tavırları belirleyen zihniyet ve ideoloji kazandırır. 2) Bütünleştirme: Sosyal bütünleşmeyi sağlayan en önemli fenomenlerden biri belki de en önemlisi dindir.E.Durkheim’in merkezi ilgisi; düzen problemine, yani toplumun istikrar ve birliği nasıl sürdürebileceği hususuna olmuştur.İbn Haldun dinin bütünleştirici, kaynaştırıcı güç ve işlevi üzerinde önemle durmuştur.Din, bütünleştirme işleviyle toplumsal dayanışmanın güçlü bir yapı taşı niteliğine sahiptir. 3) Çatıştırma: Şüphesiz dinin bütünleştirmenin tersine parçalanma ve çatıştırma işlevi de bulunmaktadır.Dinin çatışma çıkarıcı, devrim yapıcı veya parçalayıcı işlevleri bağlamında Max Weber tarafından genişçe ele alınan karizmatik lider ve hareketlere işaret edilebilir.Karizmatik lider bir yönüyle çatışma çıkarır ve parçalarken, bir yönüyle de bütünleştirir. 4) Organizasyon: Bütünleştirme işleviyle yakından ilgilidir. Peygamberlerin karizmatik liderliği etrafında inanan insanların oluşturduğu organizasyondan tutun çeşitli dini grup, hareket, cemaat, oluşum, parti ve kurumların organizasyonları….. tarihsel ve çağdaş olarak dinin organizasyon işlevinin önemini ortaya koymaktadır. 5) Sosyalizasyon: İnsanların sosyalleşmelerini sağlar. 6) Yapılandırma: Hint Kast Sistemi buna örnektir. 7) Kimlik kazandırma: Dinin etkili sosyal işlevlerinden biri de kimlik, bir varlık bilinci, aidiyet bilinci, birlikte var ve taraf olma bilinci kazandırmadır. Dini inanç ve uygulamalar, birey ve gruplar için kimlik kalıpları meydana getirirler. Dinin kazandırdığı kimlik, insanın hayatına anlam kazandırır. Din bu işleviyle insanın kimlik bunalımına düşmesini de engelleyici güçtedir. 8) Din, muhafazakar ve meşrulaştırıcı özellikleriyle yakından bağlantılı olarak kültürün korunmasında, kuşaktan kuşağa aktarılmasında, kültürün süreklilik kazanmasında da işlevseldir. 9) Din, değerler çatışmasını önler. Değerlerin toplumca kabulünü sağlar, değerleri pekiştirir. 10) Din, devletle toplum arasında aracı kurumdur. Devletle birey arasındaki ilişkilerde ikincil yapılar, örneğin sivil toplum olarak bir tampon vazifesi görmektedir. 11) Meşrulaştırma: Dinin sosyal hayatta en dikkate değer ve kuşatıcı işlevlerinden biridir. Din, bireysel düzlemde, yapılan davranışı bireyin meşru olarak görmesini sağlarken, toplum tarafından geçerli ve haklı kılınmasını sağlar. 12) Din, insan toplumuna gündelik dünyayı aşan bir referans noktası kazandırır. Ayrıca, birey ve gruplar için hayata bir anlam verme duygusu sağlar, böylece insanlar, sosyal hayatta karşılaştıkları olay ve durumlar içinde bir tür güçlü destek ve barış elde ederler.

* Sosyolog ve din sosyologu, dinin toplumsal işlevlerinden söz ederken, dini değil, kendini sınırlandırır. Sosyolog, dinin sosyal işlevleriyle ilgilenirken, indirgemeci bir yaklaşımla dini salt sosyal işlevlerine hasretmez, ancak kendisini dinin var olan sosyal işlevlerini, dinin toplumdaki yeri ve etkilerini incelemekle sınırlandırır. * Dinin sosyolojik manası şunları içerir: Din, inanç, bilgi, tecrübe, ibadet, etki, organizasyon, ahlak gibi boyutlarıyla toplumsal bir gerçekliktir. Din ile toplum birbirini karşılıklı olarak etkiler.

** Dinin toplumsal işlevlerinin açıklığı/görünürlüğü ve kapalılığı/gizliliğiİnsanlar, Allah’ın emrini yerine getirmek ve huzur hissetmek için bir araya gelip topluca ibadet ederler. Burada ibadet için bir araya gelmenin görünen işlevi huzur hissi iken, görünmeyen işlevi ise sosyal bütünleşmedir. 
DİN SOSYOLOJİSİ 4.ÜNİTE TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE DİN

GİRİŞ* Din, toplumları etkilemekte, yönlendirmekte, toplumların değişim süreçlerinde görece olumlu veya olumsuz roller oynamakta, toplumsal şartlar içinde değişen ve değiştiren bir güç olarak var olmaktadır. * Modern dönemde kendini gösteren hızlı ve etkin toplumsal değişimler, modern ve modernleşmekte olan toplumların dinle ilişkilerini sekülerleşme etrafında etkilemiştir. * Din ile toplumsal değişimin ilişkileri ele alınırken ilişkilerinin karşılıklılığı esasından hareket edildiği ve bunun sosyolojik anlamda zorunlu olduğu unutulmamalıdır. * Din ve sosyal gelişimi ele alırken sadece dinin sosyal değişim üzerindeki etkileri değil, sosyal değişimin din üzerindeki etkilerini de incelemek gerekir. * Din-toplumsal değişim ilişkilerine yakından bakıldığında, dinin; coğrafi çevre, mekan, zaman, sosyal farklılaşma, nüfus, göç, savaş, barış, bütünleşme, ayrılık, eğitim, siyaset, kültür, ideoloji, hukuk, teknoloji, ekonomi, keşif ve icat gibi toplumsal değişim etkenlerinin hemen hepsiyle tek ek veya çoklu bir biçimde karşılıklı ilişki halinde olduğu görülür. * Toplumsal değişim normatif değil, objektif bir anlam içeriğine sahip olup herhangi bir değer yargısı içermez, nesnel bir gerçekliği ifade eder.

TOPLUMSAL DEĞİŞİM

TOPLUMSAL DEĞİŞİMİN ANLAMI * Yunan filozofu Herakleitos “bir kişinin aynı nehre iki kez giremeyeceğini” ifade ederek her şeyin her zaman değişime uğradığını ileri sürmüştür. * İbn Haldun’un da işaret ettiği gibi toplumsal değişim kaçınılmaz ve evrensel bir fenomendir. Toplumlar hiçbir zaman durağan (statik) olmamışlardır.* Değişim zaman ve topluma göre farklılık arz eder. Her halükarda değişim, her toplumun değişmez karakteristiğidir. * Toplumsal değişimler, toplumun tarihi akışını, kaderini değiştiren değişimlerdir. Yani geçici ve yüzeysel değişiklikler, toplumsal değişim kapsamında değillerdir. * Toplumda meydana gelen değişimi, toplumsal değişim olarak görebilmek için değişimin, - bir referans noktasıyla belirlenebilir olması yani bir zaman dilimine endeksli olması- kesintisiz olması yani bir sürekliliğinin bulunması- kolektif olması yani aile, cemaat, eğitim, ekonomi, gibi kalıcı birliktelikleri ifade eden grup veya kurumlar temelinde ortaya çıkması gerekmektedir. * Toplumsal değişimde toplumsal yapı kavramı anahtar kavram olarak yerini almaktadır. * Toplumun değişime olduğu kadar statikliğe de ihtiyacı vardır. Sosyal hayatın istikrarı ve huzuru için görece durağanlık gerekli görülmektedir. * Toplumsal değişim, toplumun öz unsurlarının değişime nazaran sabit kalmasını, toplumun kültür değerlerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasını ve böylece toplumun bir geleneğinin var olmasını ve bu geleneğin devam ettirilmesini içerir.

TOPLUMSAL DEĞİŞİM ETKENLERİ * Toplumsal değişimde rol oynayan etkenlerin belli başlıları şunlardır; Coğrafya, mekan, zaman, demografya (nüfus yapısı), iktidar ilişkileri ve muhalefet, rekabet, çatışma, işbirliği, bütünleşme ve barış, aile, ekonomi, eğitim, siyaset, hukuk, göç ve şehirleşme, kültür, din, ideoloji, icat, keşif, sanayi ve teknoloji, karizmatik şahsiyetler ve soysal hareketler. * Din’de toplumsal değişimde rol oynayan temel etkenlerdendir.Max Weber, ekonomik sistemlerin gelişiminde kültürler ve dinlerin etkilerini göstermekle ve Batı’da modern kapitalizmin dinden kaynağını aldığını ortaya koymakla, dinin önemli bir toplumsal değişim etkeni olduğunu göstermiştir. * Toplumsal değişim etkenleri, toplumsal değişim açısından birbirinden bağımsız değillerdir. Her birinin bir diğeriyle çeşitli biçimlerde ilişkisi bulunabilmektedir. Tek etkenci bir yaklaşımla konuyu ele almak, doğru sonuçları elde etmede önemli bir engeldir.

TOPLUMSAL DEĞİŞİM KURAMLARI * Büyük boy kuramlar: Yükseliş ve çöküş, evrimci, modernleşmeci ve diyalektik. * Orta boy kuramlar: Yapısal, işlevci ve çatışmacı * Küçük boy kuramlar: Grupsal ve bireyci.

BÜYÜK BOY KURAMLAR * Evrensel kuramlar oldukları iddiasındadırlar. Geniş zamanlı bu kuramlar için önemli olan, insanlık tarihinin değişim yasalarının bulunmasıdır.* Yükseliş ve çöküş kuramları (Organizmacı kuramlar): Çoğu kez insan organizmasına benzettikleri toplumun, devletin, kültürün ya da genel olarak medeniyetlerin büyüme, gerileme ve çökme gibi aşamalardan geçtiklerini savunurlar. İbn Haldun’un Tavırlar Teorisi ve Arnold Toynbee’nin medeniyetlerin çöküşü ile ilgili teorisi örnek olarak verilebilir. * Evrimci kuramlar: İnsanlık tarihini genellikle kendi içinden meydana gelen birikimler sonunda ortaya koyduğu gelişmenin bir sonucu olarak görürler. Evrim kendi kendine değişen, geri dönüşü olmayan, doğrusal, sürekli yenilik ve farklılık oluşturan bir yön çizer.Toplumsal değişime evrimci bakış açısıyla yaklaşan sosyologlar: Auguste Comte, Herbert Spencer, Emile Durkheim, Gordon Childe, Morgan, Neil Smelser, Moore, Levy, J.Steward, M.D.Sahlins, E.R. Service ve L.White. * Modernleşmeci kuramlar: Evrimci kuramların daha gelişmişidir. Modernleşme kuramları gelişmiş toplumlar üzerine odaklanıp, az gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumların sanayileşmiş toplumlar haline gelmesinin süreçlerini ele alıp belirlemeye çalışır. * Diyalektik kuramlar: Diyalektik yaklaşım toplumsal alanda her varlığın zıtları bünyesinde barındırdığını, bu zıtların çatışmasıyla yeni bir durumun biçimlendiğini ve bu sürecin aynı tarzda devam ettiğini ileri sürmektedir.Karl Mark’a göre çatışma olmadan ilerleme olmaz. Marks, değişimin temel belirleyicisinin üretim ilişkileri olduğunu savunmaktadır.

ORTA BOY KURAMLAR * Büyük boy kuramların geniş zamanlı olmalarına karşın orta boy kuramlar, orta vadeli değişim görüşü geliştirirler. * Yapısal-İşlevci yaklaşım: Büyük boy kuramlara tepki olarak kendini gösteren orta boy kuramların öncülüğünü yapar. Bu yaklaşıma göre toplum, birbirlerine bağımlı olan ve her biri meydana getirdiği bütünün daha iyi uyumunu sağlamak için belli işlevlere sahip olan öğelerden meydana gelir.1930-1960’lar arasında Amerikan sosyolojisine egemen olmuştur. Temsilcileri; Talcott Parsons, Robert K. Metron * Çatışmacı yaklaşım: Yapısal-işlevselci yaklaşımın dengeci ve uyumculuğunun aksine, toplumu biribiriyle çatışan unsurlardan meydana gelmiş bir bütün olarak ele alır.- Çatışmacı yaklaşımın toplum modeli:Her toplum her an değişime konu olur, toplumsal değişim her yerde mevcuttur.Her toplum her an toplumsal çatışmaya sahnedir, toplumsal çatışma her yerde mevcuttur.Toplum içindeki her unsur, onun değişimine katkıda bulunur.Her toplum, bazı üyelerinin öteki üyeleri üzerindeki zorlamalara dayanır.

KÜÇÜK BOY KURAMLAR Bunlar değişimin kaynağını kişi yada gruplarda ararlar. Grupsalcı yaklaşım ve bireyselci yaklaşım olmak üzere ikiye ayrılır. * Grupsal düzlemdeki sosyal değişimci kuramlar temelde iki tip değişim üzerinde dururlar. Bunlar, grup yoluyla bireyde temin edilen değişim ve bir bütün olarak grubun değişimidir. Grupsal yaklaşıma örnek: J.L.Moreno’nun sosyometrisi.Sosyometri: Grup içindeki insan ilişkilerini canlı iken, ölçüye vurmaya çalışan, yani insan ilişkilerini belli gruplar içinde meydana gelişleri esnasında inceleyen bir bilim dalıdır.Sosyometrinin amacı: Irkı, inancı, dini, ideolojisi ne olursa olsun, her insana, yeryüzünde tutunmaları, kendiliğindenliklerini ve yaratıcılıklarını kullanmaları için aynı derecede fırsat veren bir dünyanın kurulmasına yardımcı olmaktır * Bireysel düzlemdeki sosyal değişimci kuramlar, bireyin temel kişilik niteliklerini toplumsal değişimin temeline koyan yaklaşımlardır.

TOPLUMSAL DEĞİŞİM-DİN İLİŞKİLERİ İki tipte gerçeklik kazanır.1) Dinin etkili olduğu din-toplumsal değişim ilişkisi. Kendi içinde üç tipte ele alınabilir. a) Dinin toplumsal değişimi yavaşlatıcı, hatta bazen engelleyici bir etken olarak etkili ve işlevsel olduğu din-toplumsal değişim ilişkisi-Din, muhafazakar yönünü devreye sokarak mevcut sosyal düzen ve düzenlemeleri koruyabilmekte ve istikrar unsuru olabilmektedir. Örneğin, insanların öteki dünyaya, ahirete inançları. Ahiret inancı, insanların karşılaştıkları pek çok haksızlıklar karşısında susmalarını o haksızlıklarla hesaplaşmayı öbür dünyada büyük mahkemeye bırakmalarını temin etmekte ve böylece bu dünyada sosyal ve siyasal düzen içinde pek çok kargaşa, isyan ve savaşın çıkmasını önleyici bir işlev görmektedir.-Din, toplum aktörlerinin siyasal düzen veya devletle ilişkilerini düzenleyerek te toplumsal düzenin korunmasına katkıda bulunur. İnsanların anayasa ve yasalara uymalarında, toplumun kaynaşması ve barış içinde yaşamasında önemli bir etkide bulunur.-Durheim’e göre dindeki gevşeme toplumdaki dayanışma bağlarını da çözerek anomiye (amaçsızlık) neden olur.-Marksist sosyologlarda dinin değişime karşı koyan bir etken olduğunu ileri sürmüşlerdir. Marks, dini insanoğlunun gerçek ıstırabının bir ifadesi,, reel acı ve sıkıntıya karşı bir protesto, söz konusu acıyı hafifletme veya meşrulaştırma çabası ve halkın afyonu olarak değerlendirmiştir. Marks’a göre din alinasyon, yani yabancılaşmadır.- Dinin afyon olmasından maksat, insanların kendilerini olaylar, zalim yöneticiler, sıkıntılı sosyal şartlar karşısında batmadan yüzeyde tutunabilmek için kullandıkları bir tür kendi kendini aldatma, kendi kendini oyalama veya afyonlama faaliyetidir.- Freud’da Feuerbach ve Marks ile hemen hemen aynı mantığa sahiptir. Freud’a göre din uyutucudur, nevrozdur.- Dinin sosyal değişimi yavaşlatıcı görünümü, onun toplumun bütünleştirmesinde gördüğü işlevle yakından ilgilidir.

b) Dinin toplumsal değişimi takviye edici bir etken olarak işlev gördüğü ilişki biçimi-Dinler, kendilerine karşı olmadıklarını gördükleri durumlarda değişimi desteklemekte, dindarar değişimi ve değişim aktörlerini takviye etmektedir.- Bu bağlamda modern kapitalizmin ortaya çıkıp gelişmesinde Protestanlığın rolü Protestanlığın bir şubesi olan Pentekostalizmin Şili ve Peru’nun modernleşmesinde köprü işlevi görmesiŞinto uyanış hareketinin, Japonya’nın ekonomik rasyonelleşme sürecinde kendini göstermesi hatırlanabilir.- Demokratikleşme yönündeki değişimde de dinin takviye edici roller oynayabileceği söylenebilir. Örneğin, Protestanlığın demokrasiyle pozitif ilişkiler kurması.- Din, toplumsal değişimde çatışma yoluyla da takviye edici bir etken olabilir. Örneğin, inanç için yapılan savaşlar.

c) Dinin toplumsal değişimin temel faktörü olduğu ilişki biçimi.- Toplumsal değişimin temel etkeni olarak dine, İslamiyet bağlamında bakılacak olursa, görülür ki İslam, Hz Muhammed’in 23 yıllık peygamberlik döneminde giriştiği hareketle Medine’de Ashabı ile birlikte inşa ettiği sosyal sistem ve yapıda değişimin temel etkenidir. Ataların geleneksel dinine ve dünya görüşüne karşı yeni bir ruh, inanç ve hayat tarzıyla ortaya çıkan İslam dini, geleneksel Mekke toplumunda şiddetli tepkilerle karşılaşmış, ama taraftarlarını bulmakta da gecikmemiştir. Bu çerçevede Arabistan’da çok köklü bir toplumsal değişimin gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu değişim, toplumun dini, sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, ahlaki, hukuki bütün alanlarında etkili olmuştur.- Raşid Halifeler döneminde de İslam toplumunda toplumsal değişimin temel etkeni olmaya devam ettiği görülmektedir.

2) Toplumsal değişimin etkili olduğu toplumsal değişim-din ilişkisi. Kendi içinde üç tipe ayrılır. a) Toplumsal değişimin dini engelleyici olduğu, olumsuz yönde etkilediği ilişkisi- Toplumsal değişim, dinin kendi içinde çatışma çıkmasına; dindarlar arasında zıtlaşma, kavga, savaş vs. çıkmasına, dinin toplumsal yapıda zayıflamasına, toplumsal hayatın bazı alanlarından çekilmesine vs sebep olabilir.Örneğin; Reform hareketinin Protestanlığı doğurmasıyla Hıristiyanlığın farklılaşması.Hz Osman döneminde çıkan fırkalaşma.Yeni dinin ortaya çıkması ve yayılmasıyla eski dinin olumsuz etkilenmesi.Çağdaş dünyada modernleşme ve sekülerleşmenin dini olumsuz yönde etkilemesi.- Weber tarafından kuramsal olarak ortaya konulan ve E.Troeltsch tarafından da yaygınlaştırılan sekülerleşme teorisi, gittikçe dinin sosyal hayattan uzaklaşacağı varsayımı üzerine kuruludur.Bir çok sosyolog, düz çizgili bir modernleşme ve sekülerleşme teorisine karşı çıkmakta ve onun olayı tüm genişlik ve çeşitliliği içersinde dünya ölçüsünde açıklamaya yeterli olmadığını ifade etmektedirler.

b) Toplumsal değişimin dini olumlu yönde etkilemesi- Bazen toplum da, toplumun yapısında öyle bir değişim gerçekleşir ki bu değişim, dinin lehine işlevsel olabilir.Örneğin; Konfüçyanizm’in ortaya çıkıp yerleşmesi, Çin’de hızlı bir sosyal değişim, düzensizlik ve çatışma döneminde olmuştur.Yine felsefi Brahmanizm ve Budizm’in başlangıçları, Hindistan’da birçok iç çekişmelerin, Arilerle yerli halk arasındaki çatışmaların, feodal savaşların ve Brahmanlarla Kşatriyaların sosyal nüfus mucadelelerinin şiddetlendiği zamanlara rastlamaktadır.- Dini olumlu yönde etkileyen bir etken olarak toplumsal değişime bir örnekte Sovyetler Birliği bağlamında verilebilir. Sovyetlerde ateizm temelli, din dışı ve dine karşıt bir biçimde gerçekleştirilmeye çalışılan modernleşme bazen dinin zayıflamasını beraberinde getirmişse de bazen de onunla mücadele etme temelinde dinin güçlenmesine sebep olmuştur.- Diğer bir örnek, demografta, göç ve şehirleşme ile kendini gösteren değişimin, Türkiye’de ve Ortadoğu’da dindarlaşma, cemaatleşme, dini örgütlenme, dini gruplaşma yönünde etkili oluşudur.-Yeni dini hareketler, bir yönüyle dini canlandırmaya işaret ederken, bir yönüyle de ana dini grup ve yapılar için tehdit unsuru olabilmektedir.

c) Toplumsal değişimle birlikte dinin değişimi-Toplumsal değişimle birlikte dinin değişiminden kastedilen, zaman içinde değişen sosyal şartlar ve toplumun yeni ihtiyaçları karşısında dinin kendini yenileyerek değiştirmesi, yeni bir yorumla, yeni bir hukuk anlayışıyla vb. ortaya çıkmasıdır. Burada toplumsal değişimin dine doğrudan değil dolaylı bir etkisi mevcuttur.- Örneğin; Budizm, doğum yeri olan Hindistan’ın sınırları dışına taşarak Çin Budizmi, Zen Budizmi, Lamaizm gibi Budist oluşumlar ortaya çıkması- Mezheplerin doğuşu, dinin kollara ayrılması da örnek olarak verilebilir.

DİN SOSYOLOJİSİ
5.Ünite Din ve Devlet İlişkileri

Modernleşmenin önemli bir sonucu ve etkisi olarak kabul edilen laiklik, yasama etkinliklerinde dinin etkisini ortadan kaldırarak din-toplum ve din devlet ilişkilerini dönüştürmüş, bu yapının ortaya çıktığı Batı ülkelerinde her ülkenin kendi tarihi ve siyasi deneyimi ile toplumsal birikimine göre şekiller almıştır. Bu açıdan bakıldığında tek bir laiklik anlayışı, modeli ve uygulaması yerine söz konusu değişkenlerin de etkisiyle birden fazla laiklik yorumu ve din-devlet ilişkisi modeli gelişmiştir.Aydınlanma ile başlayıp sanayileşme, kentleşme ve modernleşme süreçleriyle devam eden süreçte, Batı'da din-toplum ve din-devlet ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu süreçler Avrupa'da kilise ve mezheplerin temsil ettiği dinin, toplumsal kurumlar üzerindeki etkisini büyük oranda törpülemiş, zayıflatmış ve yüzeyselleştirmiştir.Kilisenin eğitim, siyaset ve iktidar gibi alanlardaki yetkileri ellerinden alınmış ve söz konusu sorumluluk yetkileri modern-laik devlet üstelenerek gücünü pekiştirmiş kilise ve onun temsil ettiği din ise kamusal alandan çekilmek zorunda kalmıştır. Laikliğin kurumsallaşması, eğitim, öğretim ve kamu hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesi kilisenin güç, etkinlik ve rol kaybına neden olmuştur.

LAİKLİK (KAVRAM VE YAKLAŞIMLAR) Laiklik (laïcisme) teriminin kökenlerine bakıldığında ilk kez 16. yY DA İngiltere'de papaz olmayanların da, kiliselerin yönetiminde rol alabileceklerini savunan düşünce akımını ifade etmek üzere kullanıldığı görülür. Fransa'da 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya başlanan laiklik kavramı, Yunancadaki laikos kelimesinden türetilmiş olup halktan olan yani ruhban sınıfına mensup olmayan anlamına gelir. 

*İngilizce de ise laiklik kavramıma karşılık olarak Latince saeculum kelimesinden gelen sekülerizm (secularism)ve dünyevi anlamına gelen seküler (secular) kavramları mevcuttur. Kavram,Batı dillerindeki "lâique" (laik) kelimesi şekline dönüşmüş ve buradan da ruhbanlığa, kilise teşkilatına ve dini alana ait olmayan anlamında Türkçeye"laik" olarak geçmiştir.

* Laiklik kavramı Türkçeye Fransızcadan geçtiği için Fransız siyasi düşüncesi, Türkiye'deki laiklik anlayışı ve uygulamasını etkilemiştir.Siyasi anlamda laiklik, devletin dinler karşısında mutlak tarafsızlığı anlamında kullanılmaktadır. Bu manada laiklik "devletin siyasî varlığı üzerinde dinsel inançların söz konusu olmaması; onun bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız tavır alması, vicdan ve inanç özgürlüğüne saygı göstermesi" şeklinde anlaşılacaktır. 

*Din ve devlet ilişkilerini düzenleyen siyasi bir anlayış ve hukuki bir ilke olarak yorumlandığında, laikliliğin, yaygın ve belirgin özellikleri olarak şunları saymak mümkündür: 1) Laiklik, devlet yönetiminin dini esaslara göre yönetilmemesi 2) Yasaların dini kaynaklar esas alınarak çıkarılmaması3) Devletin dinler ve dini gruplar arasında ayırım yapmaması,4) Bütün inanç gruplarına eşit mesafede bulunması, din ve vicdan özgürlüğünü koruması ilkelerini içerir.

*Sekülerleşme Teorileri 19. yüzyılda A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marks ve S. Freud gibi düşünürler sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önem kaybedeceği görüşünü savunuyordu. "Dinin ölümü veya yok oluşu"şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilim anlayışına egemen olan anlayışı yansıtıyordu. Toplumbilimsel Düşün başlığıyla Türkçeye de çevrilen Sociological Imagination adlı eserinde C. Wright Mills (1959:32-33) bu yaklaşımı şu şekilde açıklar: "Dünya bir zamanlar düşünce,pratik ve kurumsal form alanlarında kutsal ile doluydu.Reformasyon ve Rönesans'tan sonra modernleşme güçleri bütün dünyayı sardı ve modernleşme ile eşzamanlı tarihsel süreç olan sekülarizasyon kutsalın baskınlığını gevşetti. Özel alan hariç, kutsal, zamanla bütünüyle yok olacaktır." Dinin Zayıflaması ve Çöküşü Yaklaşımları Sekülerleşme kuramlarına bakıldığında "Rasyonalizm ve inanç kaybı" argümanı ile "İşlevsel evrim ve amaç kaybı" yaklaşımlarının daha baskın ve yaygın olduğu görülmektedir.

*Rasyonalizm ve İnanç Kaybı Yaklaşımı Max Weber'in çalışmalarından etkilenen ve 1960-70'li yıllarda David Martin,Brian Wilson ve Peter L. Berger gibi toplumbilimcilerin sözcülüğünü yaptığı "Rasyonalizm ve inanç kaybı" argümanını savunanlardan Wilson'a (1982:149) göre "Sekülerleşme dinin toplumsal öneminin azalmasını ifade eden" bir süreçtir. Aydınlanma bilimsel bilgiye, evrenin teknolojik kontrolüne ve deneysel kanıtlama ölçütlerine dayalı rasyonel bir dünya görüşü ortaya çıkarmıştır. *Bu yaklaşıma göre rasyonalizm (akılcılık) modern dünyada, kilisenin merkezi iddialarını boşa çıkarmış ve Batı Avrupa'da hurafeye dayalı dogmaları yıkmıştır. Rasyonalizm inanç kaybına da neden olmuştur. İnanç kaybı ise dininçözülmesine, kiliseye üyelik ve devam alışkanlıklarının ve bireysel dini pratiklerin erozyona uğramasına, mezhebi kimliklerinin toplumsal anlamlarının kaybolmasına, inanç temelli kurum faaliyetlerine katılım ve sivil toplumdaki dini gruplara verilen desteğin azalmasına neden olmuştur.

*İşlevsel Evrim ve Amaç Kaybı Yaklaşımı Durkheim'in görüşlerinden etkilenen "İşlevsel evrim ve amaç kaybı" yaklaşımını savunan Steve Bruce, Thomas Luckmann ve Karel Dobbelaere gibi toplumbilimcilere göre sanayi toplumlarındaki işlevsel ayrışma, dinin toplumdaki merkezi rolünün ortadan kalmasına neden olmuştur.

Larry Shiner ve Sekülerleşmenin Altı Biçimi

*L. E. Shiner sekülarizasyonun tek boyutlu olmadığını, farklı alanları kapsadığını savunarak bir sekülerleşme biçiminden veya sekülerleşme alanından bahseder.Shiner'e göre sekülarizasyonun son noktası dinsiz bir toplum olacaktır.  *Sekülarizasyonun ikinci tipi "bu dünya ile uyum içinde olmaktır ve bu dünyaya uyum sağlamaktır.'' *Sekülarizasyonun üçüncü biçimi toplumun dinle olan bağlantısının kesilmesi,artık dine dayalı bir anlayıştan kurtulup bağımsız bir gerçeklik oluşturması ve dinin etkilerini özel hayat alanına sınırlaması şeklinde kendini gösterecektir. *Sekülarizasyonun dördüncü biçimi dini bilgi, inanç ve kurumların işlevlerinin bu dünya temelli bir görüntüye bürüneceği öngörüsünü içermektedir.*Sekülarizasyonun beşinci biçimi bu dünyanın kutsal karakterini aşamalı biçimde kaybedeceği, bunun yerine rasyonel Dobbelaere, Luckman, Berger ve Wilson'a Göre Sekülerleşme Karel Dobbelaere, modernitenin yol açtığı sekülerleşmenin toplumsal, kurumsal ve bireysel düzlemlerde anlaşılması gerektiğini savunmaktadır. *Sekülarizasyonun altıncı biçimi kutsal toplumdan seküler topluma geçiş şeklinde formüle edilen sosyal değişmedir.Toplumdaki bütün kararlar, dini gerekçelere göre değil rasyonel temellere bağlı ve yararları göz önüne alınarak alındığında sekülarizasyon artık tamamlanmış olacaktır. Örneğin: Steve Bruce,Modern dünyadaki din algısını köklü biçimde değiştiren bireysellik ve rasyonel düşüncenin Reformasyon'la başladığını ve modernitenin geleneksel dini hayatı zayıflattığını savunmaktadır. Ona göre bireysellik veya bireycilik dini inanç ve hayatın cemaat/grup temelini zedelemiş rasyonalite ise dinin kutsal amaç ve öğretilerine inanmayı ortadan kaldırmıştır.

T. Luckmann, toplumsal alandaki sekülarizasyonu "geleneksel ve kutsal kozmosun çözülüşü olarak" tanımlar.

P. Berger ise toplumsal düzlemdeki sekülarizasyonu "modern Batı tarihinde toplumsal ve kültürel sektörlerin dini kurum ve sembollerin baskısından kurtuluşu'' olarak tanımlar.

Brian Wilson; ise bu anlamda sekülerleşmeyi cemaat etkisinin çözülüşü, cemaatten toplum olmaya geçiş olarak görür.Wilson'a göre toplumsal sekülerleşme sosyal kontrolün artık ahlaki ve dini aktörlerin tekelinden teknik ve bürokratik aktörlere geçiş biçiminde kendini gösterir.

*Geleneksel Sekülerleşme Kuramının Eleştirisi Geleneksel sekülerleşme teorileri modernitenin dini inanç, kurum ve pratikler üzerindeki yıpratıcı ve zayıflatıcı etkileri üzerinde durmaktadır. Batı Avrupa deneyimini açıklamakta, ancak ABD başta olmak üzere modernleşme süreçlerinden geçen diğer pek çok toplumdaki din-birey, din-toplum ve din-devlet ilişkilerini açıklayamadaığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir.

*Batı Avrupa'daki din, toplum ve devlet ilişkilerinin tarihsel gelişimi bağlamı içinde bu unsurların geçirdiği süreçleri ele alması ve açıklaması bakımından anlamlıdır. Peter L.Berger ve Grace Davie gibi sosyologlar, yaygın sekülerleşme kuramının Avrupa deneyimini yansıttığını,dünyanın diğer bölgelerindeki din-toplum ilişkilerini, dini ilişkilerini, dini davranışları ve dindarlık düzeylerini açıklayamadığını düşünmektedir. Sekülarizasyon kuramının yeniden gözden geçirilmesini savunanlar olduğu gibi bu kuramın analitik değerinin kalmadığını savunanlar da bulunmaktadır.

Jeffry Hadden (1987: 587) sekülarizasyon kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış önermelerden/kuramdan çok bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştüğünü savunur. Rodney Stark ve Roger Finke (2000: 79) ise Hadden'den bir adım daha giderek sekülarizasyonkuramının tarihe gömülmesi gerektiğini iddia eder.Çünkü "nerdeyse iki yüzyıldır kesinlikle başarısız kehanetler ve hem geçmişi hem de bugünü yanlış yansıtmasından dolayı artık sekülarizasyon doktrinin başarısız kuramlar kategorisine alınmasının zamanı gelmiştir".

Peter L. Berger ise 1967 yılında yayımladığı The Sacred Canopy isimli kitabında geleneksel sekülerleşme kuramını gelenve varsayımlarını savunduğu fikirlerinden vazgeçmiş; 1999 yılında yayımlanan The Desecularization of the World: AGlobal Overview başlıklı makalesinde tam tersi görüşü savunmuştur. Ona göre, sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımı yanlıştır. Berger'e göre sekülerleşme ve sekülerleşme süreçlerinin etkilerini içeren literatürün tümü esas itibariyle yanlışlıklar içermektedir. Modernleşme zorunlu olarak dinin gerilemesine neden olmamıştır.Hatta hayli modern toplumlarda bile din varlığını sürdürmüştür.

*Bazı bilim adamları da ibadet yapılan kurumların insanlar arasındaki iletişimi artırdığı bunun da Robert Putnam'ın ifadesiyle "toplumsal sermaye"ye(social capital) katkıda bulunduğu görüşünü savunmaktadır.

*Avrupa'daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz olduğunda Fransız sosyolog Daniele Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur.Hervieu-Leger'e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi gruba,cemaate ve topluma bağlar; gelenek ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini oluşturur.

Din-Devlet İlişkisi Modelleri

Devlet yönetiminde dinin rolü, yasama faaliyetlerinde dini referans ve otoritelerin etkileri açısından değerlendirildiğinde, İki model göze çarpmaktadır .

a)Bunlardan ilki laik devlet modelidir ki bu modelde din ve devlet işleri birbirinden ayrılmış, dini kurumlar ve ruhban sınıfının siyasi ve hukuki kararların alınmasındaki etkisi ortadan kaldırılmıştır.

b)İkinci model ise dini kurum ve otoritelerin siyasi model ise dini kurum ve otoritelerin siyasi ve hukuki kararların alınmasında belirleyici olduğudinin başlıca yasama kaynağı olarak görüldüğü yönetim biçimidir.

Bu genel ayırımın ötesinde anayasal düzenlemeler açısından bakıldığında başlıca beş devlet yapısı ve din-devlet ilişkisi modelinden bahsetmek mümkündür:

1) Din ve devletin kesin olarak ayrıldığı bu modeli benimseyen ülkeler, anayasalarında açıkça laiklik ilkesini belirtir,Fransa, Türkiye ve Portekiz, bazı yorum ve uygulama farkları olmakla beraber bu gruba girer. Fransa'da başörtüsü ile ilgili düzenlemeler ve getirilen yasaklar ileTürkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı'nın mevcudiyeti, Portekiz'de Vatikan ile yapılan ve Konkordat (Concordat) adı verilen anlaşma söz konusu farklıllıklara işaret etmektedir.

2) Anayasada laiklik ilkesi açıkça belirtilmeyen (laik) model: Bu modeli benimseyen ülke anayasalarında, laiklik ilkesinin, devletin temelini oluşturduğu belirtilmemiştir.Almanya, Avusturya, ABD ve Hollanda'nın da içinde yer aldığı bu modeldeki ülkelerde, her ülkenin siyasi ve tarihi birikimlerine bağlı farklılıklar görülmektedir.

* Örneğin ABD'de anayasa din ve devlet ilişkilerinde belirgin bir ayrım duvarı örmekte, kamu kaynaklarının dini kurum ve bunların etkinliklerine aktarılmadığı görülmekdedir ABD'de devlet, kiliseler ve dini grupların işlerine karışmamakta, kamu düzenini bozmadıkları sürece etkinliklerini kısıtlamamaktadır. Bu nedenle ABD'de kiliseler üniversite kurmak dâhil her düzeyde eğitim kurumu açmakta,hastaneler kurup işletmekte ve televizyon kanalları kurabilmektedir.

3)Anayasada bir devlet dininin benimsendiği ama uygulamada laik model: Devletin resmi bir dini veya mezhebinin olduğu ancak yasama faaliyetlerinde dini kurum ve otoritelerin etkisinin bulunmadığı bu modelde, resmi olarak kabul edilen din veya mezhebin diğerlerine göre ayrıcalıkları söz konusudur. İngiltere, Danimarka, Finlandiya, Norveç ve Yunanistan'ın benimsediği bu yapıda resmi din veya kilise olmamasına karşın din özgürlükleri güvence altına alınmıştır ve söz konusu resmi din veya kilise, siyasi ve hukuki kararların alınmasında bir rol üstlenmez.

4) Anayasada resmi bir devlet dini veya mezhebinin benimsendiği ve dinin kısmen veya tamamen yasama kaynağı olduğu model;Bu modelde resmi olarak kabul edilen din, kısmen veya tamamen yasamanın kaynağı olarak görülmekte, siyasi ve hukuki kararları etkilemektedir. İran, Afganistan Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır ve Pakistan gibi İslam ülkeleri ile İsrail ve Vatikan'ın benimsediği bu model de uygulamada kendi içinde farklılıklar göstermektedir. Örneğin;İran Şii mezhebini ve öğretisini yasamanın kaynağı olarak görürken yasamanın kaynağı olarak görürken, Suudi Arabistan Vehhabi İslam yorumunu benimsemektedir.Öte yandan Mısır ve Pakistan�da ise aile hukuki gibi bazı alanlarda İslam hukuku uygulanırken bazı alanlarda da dini kaynaklı olmayan düzenlemeler yapılmaktadır.

5) Din karşıtı model: Anayasada laiklik ilkesi açıkça belirtilsin veya belirtilmesin dine olumsuz bakan, dini örgütlenme ve faaliyetleri yasaklayan ve din özgürlüklerini kısıtlayan bu yapı Çin, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore'de görülmektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından önce Sovyet bloğunda da görülen bu model komünist ve Marksist ideolojinin din aleyhtarı bakış açısına yaslanmakta ve din karşıtı politikalar uygulamaktadır.

İSLAM DÜNYASINDA DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ 19. yüzyılda seküler Batı değerleri yönetici elit kesim tarafından daha üstün görülmüştür. 20. yüzyıl başlarında ise Batılıların açtığı okullarda okuyan yeni kuşak, kendi toplumları için seküler Batı kültürünü modernleşme ve toplumsal dönüşüm projesi olarak benimsemiştir. Batı'da laiklik siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelere paralel olarak kademeli bir şekilde gelişmiştir.

*İslam dünyasında ise Batı ülkelerinin tersine tedrici bir şekilde gelişmemiştir. Laiklik, İslam dünyasına bu tür iç gelişmelerden daha ziyade Avrupa sömürgeciliğinin ve yayılmacılığının 19. yüzyıl başlarında başlattığı ideolojik 19. yüzyıl başlarında başlattığı ideolojik bir ürün olarak dışarıdan bir akım olarak girmiştir. Batı sömürgeciliği ile yüz yüze kalan Müslüman toplumların 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında üzerinde yoğunlaştığı konu varlıklarını sürdürebilmek bağımsızlıklarını korumak veya ülkelerini işgalcilerden kurtarmak olmuştur.

*Laiklik kavramı Türkçeye Fransızcadan geçerken Arapçada bu kavramın karşılığı olarak 19. yüzyılda "materyalist" veya "ateist"manasına gelen aşağılayıcı ve küçümseyici bir terim olan "dehri" kelimesi kullanılmıştır.Günümüz Arapçasında laiklik terimini karşılamak için "dünya" veya "dünyevi işler/konular" manalarına gelen "ilmaniyye" kelimesi kullanılmaktadır.

*Türkçede ise yukarıda açıklamaya çalıştığımız süreç laiklik kavramı ile ifade edilmekte ve aynı zamanda seküler, sekülerlik ve sekülerizm gibi kavramlar da zaman zaman kullanılmaktadır.

Türkiye'de Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

*Genel hatlarıyla Tanzimat'ın ilanıyla başlayıp Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun ilanıyla devam eden ve hukuki yapının değişmesiyle başlayan süreç, Cumhuriyet dönemindeki değişim projesinin temelleri olarak görülebilir.Ayrıca 1.Meşrutiyetin ilanı ve 1876 Kanun-i Esasi'nin kabulü siyasal yapıda klasik anlayıştan uzaklaştığını gösteriyordu ki bu da uzun dönemde aslında laiklikle sonuçlanan bir sürece hazırlık olarak yorumlanabilir.

*Birinci dünya savaşından yenilgiyle çıkan Osmanlı devletinin yıkılmasını müteakiben kurulan Türkiye Cumhuriyeti laik temeller üzerine kurulmuş,dini ve dünyevi otoriteyi temsil ettiği düşünülen halifelik lağvedilmiştir. Dinsiyasi meşruiyet ve otorite kaynağı olmaktan çıkarılmıştır.

*Laikliğin temellerinin atılması, yapısal ve yasal dönüşümlerin gerçeklemesi sürecinde yapılan yenilikleri şöyle sıralayabiliriz;

1) Dini siyasi meşruiyet aracı olmaktan çıkaran halifelik kurumunun kaldırılması  2) 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu 3) 1925 tarihli tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun 4) 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu ve 1934 tarihli bazı kisvelerin giyilmesini yasaklayan kanunların çıkarılması laik yapıya geçişin önemli basamakları arasında yer alır.5)Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1924 tarihli ilk anayasasındaki devletin dininin İslam olduğu ilkesi 1928yılında anayasadan çıkarılmış yerine 1937 yılında yapılan bir değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti devletinin "laik" olduğu ilkesi konulmuştur. Aynı ilke 1961 Anayasası'nda Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmıştır. 1982 Anayasası da bu ilkeyi Cumhuriyetin temel ilkeleri arasında saymış ve bu ilkenin değiştirilemeyeceğinin ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğinin altını çizmiştir.6)Laiklikle ilgili anayasada yer alan önemli bir düzenleme Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olmuştur.3 Mart 1924 tarihinde Şer'iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış ve din işlerinden sorumlu Şeyhülislamlık makamı ilga edilmiştir. Bunun yerine din hizmetlerinde devamlığı sağlamak, toplumun dini ihtiyaçlarını karşılamak ve bu alanda doğabilecek kurumsal boşluğu doldurmak amacıyla, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dâhil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

Mısır'da Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

Mısır'da laik bir devletin inşası ve laik hukuk müesseselerinin kuruluşu Hidiv İsmail'in (1863-1879) desteğiyle 19. yüzyılda başlamış ve 1882 İngiliz işgalini müteakiben bu laikliği kurumsallaştırma politikası daha yoğun uygulanmıştır. *Muhammed Hüseyin Heykel ve Taha Hüseyin gibi laiklik yanlısı aydınlar, 1920'lerde bu fikirleri ve Batı kültürünün üstünlüğünü daha tutkulu biçimde desteklemiş ve tanınmış âlimlerden Ali Abdürrazık, 1925 yılında İslamiyetin siyasi ilkelerinin olmadığını; demokrasi ve düşünce özgürlüğüne izin verdiğini ilan etmiştir.1928 yılındahem sekülerizmi kınayan hem de Ezher'i bu akımı savunanlara karşı etkinmuhalefet izlememekle itham eden İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)hareketinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Mısır'da 1930'dan bu yana laik devlet ile İslami bir topluma dönüş çağrısı yapan dini hareketler arasındaki gerilim yaşanmaktadır.

Cezayir'de Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

1831 yılında Fransa'nın işgal ettiği Cezayir'de İslamiyet, siyasi gelişmelerde önemli bir rol oynamış, milli birlik ve dayanışmanın temellerinden biri olmuştur. Özellikle 1830-1962 Fransız işgali döneminde İslamiyet, sömürge karşıtlığı, bağımsızlık mücadelesi ve Cezayir milliyetçiliği için bir ilham kaynağı olarak görülmüştür. Cezayir'in bağımsızlığını kazandığı 1962 yılında ülke liderliğini üstlenen Ulusal Kurtuluş Cephesi, İslami, sosyalist ve liberal görüşleri kapsayan milliyetçi eğilimleri bünyesinde topluyordu. Halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede 1963 yılında çıkarılan Cezayir Anayasasında devletin sosyalist olduğu ve resmi dininin de İslam olduğu ilan edilmiştir. Diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Cezayir'de de din-devlet ilişkilerindeki gerilimler sürmektedir.

Tunus'ta Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

Bağımsızlığına kavuştuğu 1956'dan 1987 yılına kadar Habib Burgiba'nın tek adam olarak hükmettiği Tunus, otuz yılı aşkın bir süre tek parti iktidarı ile yönetilmiştir. Burgiba, Batı yanlısı ve laik bir modernleşme süreci başlatmıştır.Ülkedeki elit sınıfın benimsediği Fransız kültürü Tunus'taki İslam veArap mirasını gölgede bırakmıştır. Devlet yazışmalarında ve yüksek eğitimde Fransızca resmi dili olarak kabul edilirken, elit kesimin kullandığı dil de Arapçadan çok Fransızca olmuştur. Batı değerlerini benimseme ve modernleşme politikasının bir parçası olarak Şer�i mahkemeler kaldırılmış, kadınların başörtüsü yasaklanmış, Kuzey Afrika'nın meşhur eğitim-öğretim merkezlerinden Zeytuna Medresesi kapatılmış ve ulemanın gücü zayıflatılmıştır.

*Yukarıda söz edilen reformlar, İslam ve Arap mirasının Fransız kültürünün gölgesinde kalması, ekonomik çöküntü, Arap milliyetçiliğininve sosyalizminin başarısızlığı gibi iç ve dış nedenler Tunus'ta muhalefethareketlerin doğmasına neden oldu. Burgiba yönetimimin silahlı kuvvetleri kullanarak Ocak 1978�te muhalif göstericileri ezmesi Tunus'taki İslami hareketin siyasallaşması açısından bir dönüm noktası olmuş ve 1979 yılında İslam Cemaati (Cemaat-i İslami) adındaki dernek kurulmuştur.

*Burgiba'nın Batı yanlısı ve laikliği pekiştirici politikalarını destekleyenBaşbakan Zeynel Abidin Bin Ali, 1987 yılında yönetimi ele geçirmesininardından kendi iktidarını meşrulaştırmak ve popüler destek tabanını genişletmek için biz dizi girişimlerde bulundu.Ancak Zeynel AbidinBin Ali'nin, siyasi liberalleşme ve çok partili adil seçim sözünde durmayarak adını Rönesans Partisi (Hizbu'n Nahda) olarak değiştiren İslami Eğilim Partisi'nin başarısından çekindiği için 1989 seçimlerine hile karıştırdığı iddia edilmiştir. Bu da Rönesans Partisi ile iktidar arasındaki gerilimin tırmanmasına neden olmuştur. Hükümet, Rönesans Partisini çökertmek için sistematik bir kampanya başlatmıştır.

Pakistan'da Din-Devlet İlişkileri 

1947 yılında bağımsızlını kazanan Hindistan demokratik laik bir ülke olduğunu ilan etmesine ve Kongre Partisinin bütün dini ve etnik grupları kucakladıklarını söylemelerine karşın, ülke, din ve mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Yoksulluk ve cehaletin de kamçıladığıHindu milliyetçiliği ve ayrımcılığı Hindistan'daki İslami mirası kökündenkazımayı hedeflemiştir. Hint alt yarımadasında yaşayan Müslümanlar Muhammed Ali Cinnah ve İslam Birliği (Muslim League) önderliğinde kendi kaderlerine yön verebilmek ve bağımsız Müslüman kimliklerini korumak için Pakistan devletini kurmuşlardır.1956 Pakistan Anayasasında İslami düşünceden bir rehber olarak bahsedilmesine rağmendevletin dininin İslam olduğu ifade edilmemiştir. 

*Anayasa sadece İslami yasalarla sınırlandırılmamış, İngiltere modelini örnek alan parlamenter bir demokrasi rejimi kurulması için laik kanunlara da yer verilmiştir. 1970 yılında başbakan olan Zülfikar AliButto dönemi (1970-1977) Pakistan tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.Başlangıçta sosyalizmi benimseyen Butto'un başbakanlığı döneminde çıkarılan 1973 Anayasasında İslam devlet dini olarak kabul edilmiş ve hem başbakanın hem de cumhurbaşkanın Müslüman olması zorunluluğu getirilmiştir.1977 yılında askeri bir darbe ile iktidarı ele geçiren General Ziyaü'l Hak ise İslamileştirme programı başlatmıştır. Son dönem Pakistan tarihi, bir taraftan demokrasi ve devletin uygulamaya koyduğu İslami sistem, diğer taraftan da modern ve geleneksel İslami eğilimler arasında yaşanan mücadeleyi yansıtmaktadır.

İran'da Din-Devlet İlişkileri

İran, Şii geleneğe yaslanmaktadır. Şii İslam'ın devletin dini olarak ilan edildiği Safevi hanedanlığının kuruluşundan (1501-1732) beri din ve devlet işlerinin iç içe girdiği İran'da, idareciler kendi meşruiyetlerini Şii İslam'ı ve Şii din adamı sınıfını koruma iddiasıyla sağlamıştır.Uzun süre Kacar (Qajar) Hanedanı (1794-1925) idaresinde kalanİran, Avrupalı güçlerden birinin sömürgesi olmamış ancak 19. yüzyılın sonunda ekonomisi yavaş yavaş Avrupa'nın kontrolüne geçmiştir. Bu durum Şahların otoritesini sınırlamaya uğraşan Şii mollaların, tüccarların, laik liberallerin öncülüğünde kısa süreli 1906 Anayasa Devrimi'ne yol açmıştır.

*Bu anayasadaki bir madde mollaların tüm yasaları gözden geçirip İslami ilkelere uyumlu hale getirmesini de ihtiva ediyordu. İngiliz-Rus entrikalarının ve Şahın baltalamasıyla başarısızlıkla sonuçlanan bu devrimin ardındanPehlevi hanedanı (1925-1979) iktidarı ele geçirdi ve Şah Rıza Pehlevi (1925-1941) Türkiye'yi örnek alarak laik bir devlet kurma çabasına girişti. Şah Rıza Pehlevi ve oğlu Muhammed Rıza Şah Pehlevi dönemi (1941-1978) İran'da devletin öncülük ve empoze ettiği modernleşme çabalarının yoğun olarak sürdürüldüğü, modern seküler okul sisteminin ve Batı kaynaklı hukuki düzenlemelerin yapıldığı, dini kurumların sıkı devlet kontrolüne alındığı, ulema sınıfının gücünün azaltıldığı bir dönem olmuştur.

*Ayetullah Humeyni liderliğinde gerçekleştirilen devrim sonrasında mollaların etkisi daha ağır bastığı için İran�da dini kurallara dayalı olduğu iddia edilen bir devlet kurulmuştur. Humeyni'nin Haziran 1989'da ölümünden sonra Haşimi Rafsancani devlet başkanı seçilmiş ve 1990 yılından sonra tedrici bir siyasal liberalleşme ve muhalefet süreci başlamıştır. 23 Mayıs 1997'de yapılan başkanlık seçimlerinde ılımlı bir söyleme sahip Muhammed Hatemi'nin seçimi kazanması liberalleşme sürecinin devamınısağlamıştır. Hatemi, muhafazakâr çevrelerin ve mollaların tartışmaya yanaşmadıkları sivil toplum, medeniyetler arası diyalog, İslam ve demokrasi arasındaki bağdaşma, din-siyaset ilişkileri, siyasal liberalleşme, hukukun üstünlüğü ve kadının statüsü gibi konularda geniş katılımlı tartışmalar başlatmıştır.

*1997 yılında Taliban rejiminin katı uygulamalarını bile kınayan İran'da liberal eğilim güçlenmişolmakla beraber ülkedeki Şii mollaların gücü hala etkili bir şekildehissedilmektedir.2004 ve sonraki yıllarda yapılan seçimlerde çoğu ılımlı ve modernist adayın seçime girmesi engellenmiş ve bu nedenle muhafazakârlar seçimlerden daha güçlü olarak çıkmıştır.
DİN SOSYOLOJİSİ 6.ÜNİTE

KÜRESELLEŞME VE DİN
KÜRESELLEŞME *Sosyal bilimlerde pek çok kavram gibi küreselleşme kavramı da farklı biçimlerde anlaşılmakta ve tanımlanmaktadır. Bugün küreselleşmenin bir olguyu mu yoksa dünya çapında geçerlilik kazandırılmaya çalışılan bir ideolojiyi mi ifade ettiği hususu hala tartışmalıdır. * Bir kavram olarak küreselleşme; hem dünyanın küçülmesine hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine gönderme yapmaktadır. Dünyanın küçülmesi, artık dünyada olup bitenlerden kolaylıkla haberdar olmak ve karşılıklı etkileşimi anlatmaktadır. Bu durum, insanı kendi ülkesi dışında tüm dünyayla ilgili hale getirmekte ve bir dünyalılık bilinci oluşturmaktadır. * Roland Robertson’un deyişiyle, giderek artan karşılıklı bağımlılık tek bir mekan olarak dünya bilincini inşa etmektir. Bilhassa elektronik bağımlılık (internet vs), dünyayı “küresel bir köy” olarak yeniden oluşturmaktadır.* David Harvey, küreselleşmeyi “zaman mekan sıkışması” olarak tanımlamaktadır.

* Küreselleşme; “aydınlanma”, “modernlik”, “ulus-devlet”, “postmodernlik” gibi kavramlarla yakın ilişkiler içersinde anlam kazanır ve aslında çok boyutlu bir süreç olarak dikkat çeker.* “Aydınlanma” felsefesi, bilhassa modernlik ve ulus-devletin temelinde bulunmaktadır. Postmodernizm ise Aydınlanma düşüncesinden farklılaştığı iddiasındadır. Küreselleşme ise tüm bunlarla sebep-sonuç ilişkisine sahiptir. Bu sebeple, küreselleşme bu süreçler anlaşılmadan bir süreklilik olarak kavranamaz. * Aydınlanma; Tanrı merkezli bir evren ve insan anlayışından, insan merkezli bir evren anlayışına geçişi anlatır. Bu, Ortaçağ’da hakim olan kilise egemenliğinin sona ererek, insanın Tanrı’ya müracaat etmeden yeni bir dünya kurma teşebbüsünü anlatmaktadır.  * Kant’a göre aydınlanma; kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmayış halinden kendi imkanlarıyla kurtulması. Buna göre vahiy, bu “ergin olmayış halini” ifade etmektedir. Dolayısıyla insan, Tanrı vahyine ihtiyaç duyduğu sürece aydınlanmış olmayacaktı.Modern dünya böyle bir anlayış temelinde ortaya çıkmıştır. * Modernitenin dayandığı öncüller; bireyselleşme, sekülerleşme, ilerleme, kentleşme, modern ulus-devlet gibi unsurlar.İmparatorlukların dağılmasının ardından, modern dünyanın siyasi yapılanması, ulus-devlet modeli temelinde ortaya çıkmıştır. Türkiye başta olmak üzere Fransa, Almanya, Japonya gibi tüm ülkeler etnisite merkezli kurulan ulus devletlerdir. * Ulus-devlet yapılarının özellikleri: Toprağa bağlı olmak, Tek tipçi anlayış, Milliyetçi duygulara yaslanma. *Modernite, Batı merkezci yönelimi ve niteliğinden dolayı, dünyanın Batı dışında kalan insanlarında Batı’nın geçtiği aşamalardan geçeceğini savunmaktadır. Yani bunun anlamı, er yada geç Batıya benzeyecekleri düşüncesidir. * Dünyayı küresel boyutlara getiren gelişmelerde ekonomi, önemli ve başat bir faktör olmakla birlikte, küreselleşmeyi sadece ekonomi merkezli ele almak eksik olacaktır.

KÜRESELLEŞME TEORİLERİ

1- İMMANUEL WALLERSTEİN – MODERN DÜNYA SİSTEMİ * Ona göre modern dünya sistemi 16.yy da öncelikle Avrupa’da vücuda gelmiştir. * Wallerstein, modern dünya sistemini bir kapitalist dünya ekonomi sistemi olarak tanımlamaktadır. Bugün, kapitalist dünya-ekonomi siyasal üst yapısı olan devletlerarası sistemin parçası olmayan hiçbir devlet yoktur. * Bu dünya sisteminde dünya, merkez, çevre ve yarıçevre bölgelerine ayrılmıştır. Sermayenin toplandığı merkez bölgedeki ülkeler, sisteme egemendir. * Wallerstein, devletleri merkez ve çevre ülkeler olarak hiyerarşik sıralamaya tabi tutar ve küreselleşmeyi kapitalizm bağlamında açıklar.

2- ZYGMUNT BAUMAN – KÜRESEL DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ * Küreselleşmeyi daha çok “etki” ve “etkileşim” anahtar kavramları etrafında algılayan Bauman, bir karmaşıklığa vurgu yapar. * Bauman’a göre, küreselleşme kavramından çıkan en derin anlam, dünya meselelerinin belirsiz, kuralsız ve kendi başına buyruk doğasıdır. Küreselleşme bu yönüyle yeni dünya düzensizliğidir.

3- ROLAND ROBERTSON – GLOKALLEŞME * Robertson, küreselleşme diye adlandırılan şeyin, uzun, düzensiz ve karmaşık bir süreç olduğuna vurgu yapar. * Robertson’a göre glokal kavramı, global ve lokal küçültme yoluyla elde edilmektedir. Yani Robertson’un bakış açısından küreselleşme, küresel ve yerel olanın etkileşimidir. Bunun anlamı, küresel (evrensel) ile yerel olanın karşılıklı olarak bir gerilim ve iletişim içersinde olmasıdır *Küreselleşmeyi bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesi şeklinde açıklar. * Böylece Robertson, küreselleşmeyi sadece dünyanın homojenleşmesi, bütünleşmesi olarak gören anlayışlara mesafeli durur ve evrensel ile yerelin karşılıklı bağımlılık ve ilişkisi olarak yorumlar.

4- ANTHONY GİDDENS – MODERNLİĞİN KÜRESELLEŞMESİ * Giddens, küreselleşmeyi yeni bir süreç olarak görmez. O, yeni bir döneme girmekten ziyade, modernliğin sonuçlarının eskisinden daha çok radikalleştiği bir başa döneme girildiğini söyler. * Giddens’e göre, modernliğin dört kurumsal boyutu olan ulus-devlet sistemi, kapitalist dünya ekonomisi, askeri dünya düzeni ve uluslararası iş bölümünün bir etkileşimi olarak ve ölçek büyüterek küreselleşme kendisini göstermektedir. (sankim soru olarak çıkabilir gibi geliy bana  ) * Giddens’e göre küreselleşme; uzak yerleşimleri birbirlerine, yerel oluşumların kilometrelerce ötedeki olaylarca biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlanabilir.

KÜRESELLEŞMENİN BOYUTLARI 1- Ekonomik Küreselleşme* Küreselleşmenin ekonomik boyutu, diğer boyutlarına bir zemin oluşturması bakımından özel önem taşır. Sanayileşme insanlık tarihinde bir devrim niteliği taşımaktadır. Seri üretime bağlı olarak ortaya çıkan gereksinmeler ve tüketimin sınırsız olarak teşvik edildiği kapitalist sistemde, büyüme içinde bir sınır bulunmamaktadır. Bu durum, yeni sermaye birikimi ve sermaye sahiplerinin oluşumunu getirmiştir. * Giderek hızla artan üretimin ülke içinde tüketimi doğal olarak mümkün değildir. Bu durum, ulus sınırlarını aşan yeni arayışları gündeme getirmiştir. Bilhassa küresel aktörler diye adlandırılan ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler bu arayışlara ön ayak olmuşlardır. Giderek devletlerin, özel şirketler lehine ekonomik faaliyetlerden çekilmesi gerçekleşmiştir. * Böylece, üretim, işgücü, satın alma bağlamında ulus-devlet sınırlarının ekonomik anlamda aşılıp küreselleştiğini söyleyebiliriz.

2- Politik Küreselleşme* “Bill Clinton’un tarihte ilk defa iç ve dış politika arasında bir farkın kalmadığını ilan edebilmesi” küreselleşmenin politik boyutunu açıklaması bakımından üzerinde durulmaya değerdir. * Herhangi bir yerde meydana gelen politik bir olayın ya da siyasi bir tavır alışların, dünya ölçeğinde diğer ülke ve devletlerin politikalarında bir etki bırakması, hiçbir devletin dünyada kendi içine kapanmasına izin vermemektedir. Artık hiçbir sorunun iki ülke arasında özelleşmesi gibi bir durum da söz konusu olmamaktadır.* Meselenin bir başka boyutu da, vatandaşın ulus-devlet sınırları dışında uluslar arası hukuk ve kurumlarla ilişkisidir.

3- Kültürel Küreselleşme* Kültürel anlamda küreselleşmenin iki boyutu vardır. Birincisi, modern Batı kültürünün tüm dünyaya yayılması anlamında bir küreselleşme. İkinci boyut da, farklı yerel kültürlerin dünya ölçeğinde kendilerini çok rahat ifade edebilmeleridir ki, böylece kültürler tüm dünyada dolaşıma girebilmektedirler.* Modernlik çok geniş arka planıyla Batı kültürünü ve yaşam tarzını içermektedir. Batı’nın tüm dünyanın modernleşeceği iddiası, zaten özünde küreselleştirici bir özellik taşıdığını göstermektedir. * Öte yandan farklı kültürlerin dolaşıma girmesiyle, kültürel anlamda bir çoğulculuk meydana gelmiştir. Bu anlamda kültürün küreselleşmesi, kültürel çoğunluğun artması süreci olarak da görülmektedir.* Bugün sıklıkla tartışılan “çok kültürlülük” kavramı, hakim kültür yanında her kültürün kendisini ifade etmesini içermektedir. Yeni hakim kültürle yerel kültürlerin etkileşimi de yeni kültürel durumları insanların önüne getirebilmektedir.

4- İletişimde Küreselleşme * Sanayileşmeden sonra dünyada devrim niteliğinde bir gelişmeden bahsedilecekse bu, herhalde iletişim alanında gerçekleşmiştir. Geride bıraktığımız son yy da iletişim araçlarının baş döndürücü bir hızla geliştiğine tanık olmaktayız. * Türkiye’de 1968 yılında ilk defa televizyon kuruldu. * Bugün gelinen noktada cep tlf ile anında görüşmeler mümkün olabilmektedir. İnternet ise, iletişimin çok daha hızlı, ucuz ve aktif bir şekilde yapılabildiği bir ortamdır. Aslında iletişim, tüm araçlarıyla küreselleşmenim gerçekleşmesinin bir ortamı, aracı olarak işlev görmektedir.

5- Küreselleşmede Ekolojik Boyut * Son birkaç yy da çevre üzerinde olumsuz etkiler yaşanmakta ve konuşulmaktadır. Fabrikaların dumanları ve zararlı atıkları, petrol ürünleri çevre kirliğinine sebep olmaktadır. * Ekolojik felaketleri sadece sanayi atıkları ile sınırlamak mümkün değildir. Bugün bitki ve hayvan genleri üzerinde oynamalar yapılması, felaketlerin farklı bir boyutudur. GDO’lu ürünler, tarım ilaçları, melez tohumlarda küresel düzeyde birer felakettir.  *Bunlar dışında tüm dünyada konuşulan kimyasal silahlar da insanlık için bir tehdittir. Bu silahlar dünyada az sayıda ülkelerde bulunmakla birlikte, dünyayı yok edecek derecedeki gücü, onu ister istemez tüm dünyanın ortak gündemi haline getirmiştir. Dolayısıyla buda küresel bir sorundur. * “Küresel ısınma” olarak adlandırılan sorun ise, bu başlığın ana eksenini oluşturmaktadır.

DİN VE KÜRESELLEŞME * Varoluşundan bu yana bütün farklılıklarıyla birlikte insanlığın bir gerçeği olan din ile kırk elli yıllık bir geçmişe sahip küreselleşme arasındaki ilişki, bu çerçevede iki boyutta ele alınabilir.Bunlardan birincisi, küresel dünyada da dini söylem, düşünce ve anlayışlardaki değişimdir. Bir başka deyişle, dinin küreselleşmenin kalıpları içersinde yeni formudur. İkincisi ise, dinin küreselleşme üzerindeki etkileri ile içinde bulunduğumuz koşullarda sunacağı imkanlardır.

Küreselleşmenin Din Üzerindeki Etkileri *Ortaçağ Avrupa’sında hakim olan kilise hakimiyeti, modern zamanlara gelindiğinde köklü bir değişime uğramış; Tanrı merkezli bir evren ve insan anlayışından insan merkezli evren ve insan anlayışına geçiş yaşanmıştır. Bu geçiş ile din oldukça büyük bir konum kaybetmiş ve insan hayatının birçok alanlarından el çektirilerek etkisi sınırlandırılmıştır.Kamu hayatının dışında bireysel olarak bir vicdan işi olarak nitelendirilmiştir.Buna göre insanoğlunun birçok ihtiyaçları yanında dini ihtiyaçları da ilgili kurumlar tarafından karşılanacaktı. Böylece din, kurumsal yapılan dışında daha çok bireyselleşmiş ve sivilleşmiştir. Bugün küresel dünyada dinin temel tezahürlerinden birisi budur. * Dinin sivilleşmesiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan bir başka hususta yeni dini hareketlerdir. * Şüphesiz ulus-devletin sınırlı dolaşım imkanları ile küresel dünyanın imkanları arasındaki fark, dinin dünyada farklı biçimlerde tezahür etmesine sebep olmuştur.Amerika ve pek çok Avrupa ülkesinde farklı sebeplerle gelen çeşitli dinlere mensup insanlar, ülkelerde hem homojenliği bozmuşlar hem de kültürel anlamda entegrasyon problemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. * Küreselleşen dünyada dinle etkileşim içersinde oluşan çeşitliliğe göz gezdirirsek; Envanjelik Hareketi, Yahudi, Hıristiyan ve İslam Fundamentalizmleri, Ilımlı İslam Projesi, Latin Amerika’da kilise önderliğindeki hareketler bunlardan sadece bir kaçı.

Küreselleşen Dünyada Din * Tanrı’nın sözünü tüm insanlara ulaştırmak isteyen ve insanlar arasında yer ve kültür bakımından ayırım yapmayan dinler, evrensel bir düşünceyi yaymalarından dolayı küreselleştirici bir etkiye sahiptir. Doğal olarak bu, evrensel oldukları iddiasına sahip dinler için geçerli olabilecek bir yargıdır.(Hıristiyanlık, İslam gibi) * Hatta Robertson İslam’ın tarihsel olarak genel bir küreselleştirici yapısı olduğunu söyler. Bir dinin küreselleşmeci potansiyeli taşıması demek, insanları tüm çeşitliliğiyle kuşatabilmesi anlamına gelmektedir. * Özellikle son birkaç on yıl boyunca, beşeri kuvvet olarak din, özel meseleler kadar kamusal meselelerle de ilgili hale gelmiştir ve dünya çapında çok yönlü bir dirilişi bulunmaktadır.* Erken modernleşme teorilerinin aksine, din 1950’lerden itibaren dünyada yeniden diriliş geçti. Özgürlük arayışı ve yoksullukla mücadele gibi sosyal hareketlerin hem öncüsü hem destekçisi oldu. Mesela; Cezayir Kurtuluş Hareketi, Malcolm X, Polonya’da İşçi Hareketleri, Latin Amerika’daki bağımsızlık ve sosyal adalet hareketleri bu konuda önemli örneklerdir. * Bunların dışında din, küresel ölçekte meydana gelen birçok sorunun, kendisi içinde cevabının arandığı bir oldu olmaya başlamıştır. Bu, genel anlamda dinlerdeki adalet, hak, paylaşım gibi temel niteliklerle bağlantılı olduğu kadar, dinin telafi edici işlevinden de kaynaklanmaktadır. * Dinlerin bir şekilde kamuya dair siyaset, eğitim, kadın ve eşitlik gibi konularla ilgili hale gelmesi, onların küresel ölçekte de dünya politikaları arasında görünür kılmaktadır.

* Falk’a göre küreselleşen dünya sorunları karşısında dinin katkıları 1- Mahrumiyet Duyarlılığı: Din, sosyo-ekonomik olarak en alt katmanlarda buluna ezilmişlerin sorunlarına duyarlılık gösterilmesi noktasına dikkat çeker. 2- Medeniyet Yankısı: Dini devrimci dilin ve arzuların popüler kültürde derin kökleri bulunmaktadır. Bu, en ümitsiz zamanlarda bile dini bir ümit haline getirebilmektedir. 3- Dayanışma Ruhu: Din, daha çok birleştiricidir. İnsanlar arasında dayanışma ve kardeşliğe önem verir. 4- Normatif Ufuklar: Istıraba duyarlı beşeri potansiyelleri olumlayıcı ve ümitvar bir tarzda tanımlayan ilkesel ufuklara dair bir inanca işaret eder. 5- İnanç ve İtikat 6- Sınırlar: Dinin kendisine ait sınırları varsa da, beşeri hata yapabilirliği de dikkate alır. 7- Kimlik: Kimliği varoluşçu bir tarzda yeniden kurar. Geçici ve sınırlı bir kimlik kurmaz.8- Uzlaşma: Denge ve uzlaşmalara davet eder.

* İnanç, ibadet, dayanışma, paylaşım, telafi etme, kimlik kazandırma gibi birçok nitelikleri içinde barındıran dinin, küresel dünyada etkinliği ve işlevinin daha da artacağı beklenebilir.


DİN SOSYOLOJİSİ 7.ÜNİTE KAMUSAL ALAN VE DİN

* “Kamusal alan”, genel olarak insanların ortak ilgi ve yaşan alanlarını tanımlayan bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. * Kamusal alan sadece fiziki bir mekanı değil, onun da ötesinde soyut bir paylaşım, etkileşimi müzakere ve metafor alanını ifade eder. * İşte tek tek hiç kimseye ait olmayıp ortaklaşa kullanılan ve bir çok hizmetlerinden faydalanılan bu mekanlar, genel anlamda kamusal alanlardır. Kamusal alanlar bu sebeple, o toplumda yaşayan insanların ortak ilgilerinin yoğunlaştığı yerlerdir. KAMUSAL ALAN * Türkiye’de “kamusal” kelimesi özellikle 1980’li yıllardan sonra, kamu borçları, kamu kurumları gibi kullanımlar üzerinden ve “devlet”, “halk”, ve “umum” gibi anahtar kavramlar üzerinden tanımlanmıştır.Kamu kelimesi sözlükte hep, bir ülkede halkın bütününü, amme, halk, kamu yararı anlamlarına gelmektedir. Kamusal ise, “kamu ile ilgili şeklinde anlatılmaktadır. * Kamu kelimesinin bütün, cümle, hepsi, herkes şeklideki anlamı, bir ülke halkının tamamı gibi anlamlarla genişletilmektedir. * Rappa’ya göre kamusal alanın boyutları- Kamusal alan insanlar arası iletişim ve karşılıklı etkileşimin gerçekleştiği alandır.- İnsan faaliyetlerinin oluşturduğu metafor alanıdır.- Taraftarlar arasında farklı tarz ve biçimlerle gerçekleşen bilgi alışverişlerinin yapıldığı mekandır.- Her türlü ilişki ve tartışmaların yapıldığı mekandır.- Gerek devlet gerekse devlet dışı oluşumların politikalarının gerçekleştirildiği alandır.Bu boyutlara baktığımız zaman, kamusal alanın öncelikle farklı düşünce, inanç, felsefi görüş, düşünce ve tarza sahip insanların ortak mekanı olduğunu anlaşılmaktadır. * Bunlar dışında, devlet ve sivil toplum kuruluşlarının politik, toplumsal, kültürel ve benzeri tüm faaliyetlerin gerçekleştiği alanda kamusal alandır. *Kamusal alanın bu çerçeve içinde bazı tezahürleri vardır. Bunlardan ilki, kamu alanında görülen her şeyin herkes tarafından görülebilir ve duyulabilir olması ile mümkün olan en geniş açıklığı ifade etmesidir. İkincisi “kamu” terimi, içinde özel olarak bize ait olandan ayrı hepimiz için ortak olan bir dünyayı bize gösterir.* Bir kamu alanının varlığı, peşinden dünya insanlarını bir araya toplayan onları birbirleriyle ilişkiye sokan bir şeyler topluluğuna dönüşmesi kalıcılıkla ilgilidir. Bunun bir sonucu olarak kamusal alanın doğal bir mekan olarak değil insan faaliyetlerinin ortak mekanı olarak ortaya çıktığını görüyoruz.* Kamusalın bir başka anlamı; “özelde olabilecek olmayan” demektir. Çünkü kamusal alan, bir aleniyeti, açıklığı ifade ederken, özel alan insanın kendi mahremiyetini yaşadığı yerdir. Tarihsel Süreçte Kamusal Alan *Sennett’in belirttiğine göre, yaklaşık 1470’li yıllarda kamu sözcüğünün İngilizcede ilk bilinen kullanımı,“kamuyu toplumun ortak çıkarı ile bir tutmak” şeklindedir. Yaklaşık yetmiş yıl sonra, buna sözcüğün“genel gözleme açık ve ortada olan” şeklinde yeni bir anlamı daha eklenmiştir. Bu bağlamda “kamusal” sözcüğü herkesin denetimine açık olan anlamına gelirken “özel” sözcüğü kişinin ailesi ve arkadaşları ile sınırlanan mahfuz bir yaşam bölgesi anlamında kullanılmaktaydı. * Fransız dilinde kozmopolit, her yere girip çıkabilen, aşina olduğu şeylerle hiçbir alakası ya da benzerliği olmayan durumlarda da rahat hareket edebilen kimseydi. Toplum içine (kamuya) çıkabilen manasında bu yeni kozmopolit, mükemmel bir kamusal insan olarak tanımlanır. * Yunan felsefesinde kamusal-özel ayrımı, siyasetin kamusal dünyası ile aile ve ekonomik ilişkilerin özel dünyasına dayanmaktaydı. Modern sosyolojide ise bu ayrım, normalde ev ile işin ayrılmasına gönderme yapmaktadır. Yunan düşüncesinde kamusal ve özel arasında bir karşıtlık ilişkisi bulunmaktaydı. * Habermas’a göre, kamusal hayata katılabilmenin koşulu, bir aile reisi olarak özel hayat alanında özerk olmaktır. Fakat bu kamuya yoksullar, mülksüzler, köleler ve kadınlar engellenir. Dolayısıyla toplumun her kesimine açık değildir. * Yunanlıların bilincinde kamu, özel alanın karşısında bir özgürlük ve istikrar alemidir. Aristo’nun sıklıklı zikrettiği erdemler, ancak kamu alanında mümkündür.* Kamusal alanın özel alandan ayrı bir yaşam alanı olarak ortaya konmasında sanayileşme ve buna bağlı kapitalist toplum yapısı da etkilidir.* Sosyal yaşamın rekabetçiliği ve ortak yaşamın genişleyen alanı özel yaşamın alanını giderek daraltmıştır. KAMUSAL ALAN KAVRAMINA FARKLI YAKLAŞIMLAR 1- HANNAH ARENDT – AGONİSTİK KAMU ALANI * Agonistik kavramı, Cumhuriyet ve sivil yaşamın erdem üzerine oturduğu geleneklerde ortak olan kamu anlayışı için kullanılmaktadır.* Agonistik görüş açısından kamusal alan, ahlaki ve siyasal büyüklüğün, kahramanlığın ve seçkinliğin açığa çıktığı, gösterildiği ve diğerleriyle paylaşıldığı bir görünümler alanıdır. İnsanların tanınmak, üstün olmak ve itibar görmek için birbirleriyle rekabet ettiği, insani diye nitelenen her şeyin geçici olmaması için güvence aranan yerdir. * Bu ise, Yunanlılarda kent devletinin, Romalılarda kamu işlerinin gördüğü işlev gibi, öncelikle bireysel hayatın geçiciliği ve boşunalığına karşı bir güvence ve kalıcı vurgu yapan bir alandır. * Arendt’e göre bu alan, ahlaki açıdan homojen ve siyasal bakımdan eşitlikçidir. * Arendt, kamusal alanda her şeyden önce özgürlükleri temel zemine yerleştirir. Kişiler kendilerini bu ortamda rahatça ifade edebilirler. Bu, aynı zamanda ortak ve aleni diyalogların gerçekleştiği alandır. 2- LİBERAL KAMU YAKLAŞIMI * Bu modelin önemli isimlerinden Bruce Ackerman’ın “liberal diyalog” kavramı, bu yaklaşımın temeline yerleştirilebilir. * Bu yaklaşımda önemli olan, kamuda neyin iyi ya da ahlaki olduğunu ortaya koymak değildir. Fakat kamusal düzenin nasıl sağlanacağı önemli bir konudur. Bu bağlamda, toplumda yaşayan insanlar, neyin iyi olduğu konusunda ortak bir noktada buluşamasalar da, önemli olan birlikte yaşama sorununu akla uygun nasıl çözecekleri hususunda bir araya gelmeleridir. Dolayısıyla liberal kamu yaklaşımında neyin iyi ve ahlaki olduğu sorusu yerine, ortak yaşamın akla uygun olarak nasıl gerçekleştirileceği problemi ikame edilir. * Çeşitlik ve farklılıklara açık olmakla birlikte, onun temel problem yaptığı şey kamu düzeninin sağlanmasıdır.* Liberal kamu, aşkın yani vahyi ya da dini bir ahlakilik ve iyilik düşüncesi ve önerisine kapalıdır. Yanidini kaynaklı “iyi” ve “ahlakilik”lere kapalıdır. 3- JÜRGEN HABERMAS – SÖYLEMSEL KAMU ALANI * Jürgen Habermas, modern toplumların gelişimini kamusal alana katılımın genişlemesi açısından analiz etmektedir. Kamusal alana katılım, ancak dar bir şekilde tanımlanan politika alanında gerçekleşebilecek bir etkinlik olarak değil, toplumsal, kültürel ve diğer alanlarda da konuşulmayı gerektirecek bir etkinlik olarak görülmeye başlanmıştır. * Bu görüşe göre kamusal alan, agonistik bir şekilde politik seçkinler arasında itibar kazanma ve mücadelelerin değil, demokratik bir şekilde genel olarak toplumsal normlardan, kolektif kararlardan etkilenenlere bu norm ve kararların oluşturulmasında, değiştirilmesinde ve benimsenmesinde söz hakkı tanıyacak ortamın yaratılması ve oluşturulması olarak anlaşılır. * Habermas, kamusal alanın içeriği ve sınırları kesin olarak çizilen bir alan olarak tanımlamaz. Ona göre, kamusal alan, o toplumda yaşayan ve siyasal, kültürel, toplumsal tüm karar süreçlerinden etkilenen insanların, aslında kendileri ile ilgili olan tüm meselelerde tartışmalara katılarak bir söylem üretmeleridir. Habermas, burada aslında demokratik katılım süreçlerini de devreye sokan bir anlayıştadır. İLGİLİ KAVRAMLARLA İLİŞKİLERİ İÇİNDE KAMUSAL ALAN KAMUSAL ALAN VE ÖZGÜRLÜK * Bugün sosyal hayatta kamusal alanın özgürlükle bağlantılı tartışmalarının temelinde, farklı din, inanç ve düşünceden insanları kendilerini kamusal alanda nasıl ifade edecekleri ve farklılıkların sosyal hayatta yansımalarının nasıl olacağı üzerinde odaklanmaktadır. Özgürlük soyut anlamda, bütün düşünce ve inançlara kamusal alanda temsil edilmeyi ve kendisini ifade etmeyi içermektedir. * Özgürlükle bağlantılı olarak kamusal alanın nasıl düzenleneceği ve işleyeceği konusunda iki pratik yaklaşım vardır. Birincisi, kamusal alanı “nötr” bir alan olarak varsayan yaklaşımdır ki, kamusal alanı tüm değer ve sembollere kapatmaktadır. Pratikte bu yaklaşım kamu alanının değerlerden arındırılması şeklinde tezahür etmektedir. İkincisi ise, kamusal alanı tüm farklılıkların ifade edilebileceği bir heterojenlik içinde varsaymaktadır. İkinci yaklaşım daha özgürlükçü bir anlayışın altını çizmektedir. KAMUSAL ALAN VE DEVLET * Kamu borçları, kamu bankaları gibi tanımlamalarda ifade edilen kamu kelimesine, pratik kullanımda devlet anlamı verilmektedir. Hiç şüphesiz tüzel bir kişilik olarak devlet, burada yönetenleri ve içerdiği hakla vardır. Devlet organizasyonunu oluşturan halk ve genel umum, aslında hem borçların hem de bankaların asıl sahibidir. Bu çerçevede devletin, halkın kendisi için oluşturduğu bir organizasyon olduğu gerçeğinden mesafe alınarak, özelde kamu alanının tek belirleyicisi ve sahibi olarak da görülmüştür.* “Kamusal” kelimesinin devlet ile özdeşleştirilen kullanımının, bugün neredeyse daha baskın olduğu görülmektedir.* Sivil bir kamusal alan, bugün hem Batı ülkelerinde hem de diğer ülkelerde en fazla tartışılan konulardan birisidir. ÖZEL ALAN VE KAMUSAL ALAN AYRIMI * Bugün genel anlamda özel alan, herkesi ilgilendirmeyen, umumun ilgisi dışındaki ev ve aile gibi alanları ifade edecek tarzda içeriklendirilmektedir. Buna göre kamusal alan da, bunun dışındaki tüm alanları kapsayacak tarzda, umumun ilgisine açık mekanlar olarak kullanılmaktadır. * Bununla birlikte günümüzde iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, “özel alanın kamusallaşması” gibi bir olgudan bahsedebiliriz. Tv ve internet üzerinden özel hayatın daha çok gündeme gelmesi ile özel hayatların bir çok boyutlarıyla kamuda konuşulur hale gelmesi bu durumun yansımaları olarak görülebilir. KAMUSAL ALAN VE KÜRESELLEŞME * Küreselleşme, iletişim araçları üzerinden dünyadan daha çok haberdar olunması süreci olarak önem taşımaktadır. * İnternet ortamının yeni kamusal alanlar oluşturduğu söylenebilir. Zira orada birbirini hiç görmeyen insanlar, ortak bir mekana değmeden, kendi ülkelerinin de sınırlarını aşarak dünya ölçeğinde kendilerini ilgilendiren konularda bir diyalog ve tartışmaya girebilmekte, ortamlar oluşturabilmektedirler. * Küreselleşmenin mekanı önemsizleştiren yapısı, kamusal alanında yeni sanal mekanlar üzerinden tartışılmasına imkan vermektedir. Nitekim bugün bir çok alanda e-devlet hizmetinin yaygınlaşması, kamusal alanı herkesi ilgilendiren özelliğine süreklilik kazandırmakta, ancak gerçek mekanları zorunlu olmaktan çıkarmaktadır. DİN VE KAMUSAL ALAN * Bir dine inanan kişi, sadece inanmakla yetinmemekte, bu inancını gerek bireysel gerekse toplumsal boyuttaki ibadetleriyle göstermektedir. Bundan da öte, inancın gündelik hayatın bir çok alanında yansımaları olmaktadır. Dolayısıyla tarih boyunca dinlerin salt bir inancın konusu olmadığını görmek mümkündür. Tüm bu analizlere dayanarak, dinin sadece özel alanla sınırlı olmayıp kamusal boyutlarının olduğunu söyleyebiliriz. * Dinlerin kamusal alanda nası görünür olduğu, dinlerin kendilerini kamusal alanda ifade etmeleri, dini sembol ve değerlerin kamusal alanda bulunmaları gibi tartışmalar, bu bağlamda din ve kamusal alan arasındaki ilişkiler sonucu ortaya çıkmıştır. Bu konudaki yaklaşımlardan birisi, kamusal alanı tüm dini değerlerden arındırma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşıma göre dini çeşitlilik (mezhepler vs) kamu düzenini bozabilir. Onlar kamusal alanın nötr olması gerektiğini ileri sürerler. İkinci yaklaşım, tüm dini sembol ve değerlerin kendilerini kamusal alanda ifade etmeleridir. Bu daha kapsamlı ve özgürlükçü bir yaklaşımı ifade eder. Hangi din ve inanç olursa olsun, onların kamusal alanda temsiliyeti problemi özgürlükçü yaklaşımlarla aşılabilir. Bu bağlamda, herkese ait olan kamusal alanın herkesin dinine de açık olması, bir çok problemlerin aşılmasını sağlayacaktır.* Kamusal alanın sivil bir ortamda sağlıklı bir şekilde inşa edilebilmesi açısından kamusal alanda otoritenin belirli bir dini yorumu dayatması, toplumsal barış ve ilişkilerin bozulmasına sebep olacaktır.


DİN SOSYOLOJİSİ 8.ÜNİTE GÜNDELİK HAYATTA DİN
* Çocuklukta dini tutum ve davranışların kazanılması evresine asli sosyalleşme evresi denir. Bireyin dini tutum ve davranışları köklü bir biçimde bu dönemde inşa edilir.* Gündelik hayatın merkezinde ağırlıklı olarak aile hayatı, çalışma hayatı, boş zaman faaliyetleri ve iletişim biçimleri yer alır. Siyaset, hukuk, sağlık ve eğitim gibi kurumlar bu merkezde yer alır. Aslında gündelik hayat, hayatımızı düzenleyen bütün toplumsal kurumlardan asgari ölçüde örnekler taşır. * Sosyalleşme sürecinde toplumsal kuralları öğrenir ve içselleştiririz. Kültür edinme (kültürlenme) sürecinde ise kurallardan öte toplumu meydana getiren maddi-manevi öğeleri ve bunları nasıl kullanacağımızı da öğreniriz. * E.Taylor’a göre kültür; “Toplumun bir üyesi olarak insanın edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, yasa, adet ve diğer herhangi bir yetenek ya da alışkanlıkların girift bir bütünüdür. * Gündelik hayatın iki temel belirleyicisi söz konusudur. Birincisi geleneksel kültür, diğeri ise popüler kültürdür.Geleneksel kültür: Toplumun hemen tamamı tarafından paylaşılan, kökü çoğunlukla bilinemeyen bir tarihe kadar uzanan, hayatın her alanını büyük ölçüde kapsayan, nesilden nesile doğal süreçlerle aktarılan kültürdür.Popüler kültür: Daha çok boş zaman faaliyetlerine veya tüketim eylemlerine yönelik olarak belirli üreticiler tarafından bir meta olarak ortaya konulan, dolayısıyla elde edilmesi için belirli bir ücret ödenen, hızla değişiklik gösteren kültürdür. GÜNDELİK HAYATTA DİNİN TEZAHÜRLERİ GELENEK-DİN İLİŞKİSİ: ÖRTÜŞME VE ÇATIŞMA * Dinin tamamen kültür ürünü olduğunu iddia eden görüş, 19.yy daki salt antropolojik ve sosyolojik yaklaşımların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu görüş pozitivist bir yaklaşıma dayanır. Pozitivist yaklaşımı benimseyen 19.yy sosyal bilimcileri, o dönemde zirveye çıkan antropolojik verileri de kendi düşüncelerine destek için kullanmışlardır. Yani ilkel olarak nitelendirilen kabileler hakkındaki verileri toplayıp, onların zihniyetlerini çözümlemeye çalışarak dinin insan ürünü olduğunu iddia etmişlerdir. Dolayısıyla dini olarak bilinen her şey bir kültür ürününe dönüşmüştür. * Bu konudaki ikinci aşırı görüş ise dinin topluma hakim olduktan sonra kültürün bütününü kuşattığı, geleneği tamamıyla düzenlediği şeklindeki yaklaşımdır. Bu yaklaşım ile Hıristiyan medeniyeti bütünüyle Hıristiyanlığın şekillendirdiği, İslam medeniyeti ise bütünüyle İslamın şekillendirdiği büyük kültürel yapılar olarak görülür. Dinler belirli bir zihniyetle kültürel yapıyı ana hatlarıyla şekillendirirler ancak bunu bütün detaylara kadar indirgemek mümkün değildir. Zira medeniyetler uzun bir tarihi süreçten sonra ortaya çıkar. * Dinler, ilk ortaya çıktıkları toplumlarda kültürü bütünüyle değiştirmezler, eski kültürel yapı bir bölümüyle devam eder. Din ve kültür karşılıklı olarak birbirlerini etkiler. * Her din bir kültür içinde ortaya çıkar. O kültürü bütünüyle reddetmez, kültürden bazı izler taşır ama aynı zamanda kültürü yönlendirir.20.yy ın önemli alimlerinden Hamidullah’a göre İslam “değiştirilmesini veya neshedilmesini lüzumlu gördüklerinin haricinde müminlerin tatbik edegelmekte oldukları bütün eski adet ve geleneklerin devamına müsaade etmiştir.” * Yaşanan din iç içe geçmiş iki katmandan oluşur. Birincisi resmi din ya da kitabi din, ikincisi paralel dinde denilen halk dinidir.Kitabi din (resmin din): İlahiyatçılar arasında önemli ölçüde uzlaşının olduğu uygulamalar dinin resmi/kitabi yönü olarak nitelendirilebilir. Özellikle dinin belirli bir örgüt altında kurumsallaştığı örneklerde resmi din daha açık görülür. Bunun en önemli örneği Katolikliktir. Katoliklik kilisesi büyük ve tek bir örgüt olarak neyin Hıristiyanlığa uygun olduğunu neyin ise bunun dışında kaldığını belirler. İslamda böyle bir örgütlenme ve bağlayıcı otorite söz konusu olmadığından din olarak herhangi bir şeyin dayatılması mümkün değildir. Ancak yinede mezhep imamlarının ortaya koymuş oldu iman ve ibadet esasları büyük ölçüde Kitap ve Sünnete uygun dini anlayış olarak kabul edilir.İslami literatürdeki bid’at sosyolojik anlamdaki halk dindarlığının bir bölümünü oluşturur. Halk dini ( paralel din): Dini kuruluşların veya ilahiyatçıların söylemlerinin yanında dinin gelenek içinde aldığı biçime halk dini denir. Buna aynı zamanda paralel din denilmesinin sebebi ise resmi söylemlerin dışında bazı inanç ve uygulamaları da içermesidir. Ancak halk dini kitabi dinden tamamen farklı değildir. Dinin orijinal yapısındaki uygulamalar ve sonradan katılanlar bir araya gelip yeni bir sentez oluştururlar. Bu sentezde yerine göre dinin birincil düzeydeki uygulamaları ikinci düzeye inebilir. Örneğin ülkemizde sık görülen bayram namazlarının sabah namazına göre daha önemli kabul edilmesi. Birey sabah namazını kaçırdığı için üzülmez ama bayram namazını kaçırırsa ciddi olarak üzülebilir.* İlahiyatçılar sürekli olarak dini korumak gayesiyle halk dinine yönelik sistemli eleştirilerde bulunurlar. Böylelikle gelenek içinde taşınan halk dini ile kitabi din arasında bir çatışma yaşanır. Gelenek büyük ölçüde halk dini ile bütünleşmiş olduğundan buna gelenek-din çatışması diyebiliriz. Gelenek- Din Çatışması *Gelenek modernlik öncesi durumu ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Batı’da ortaya çıkan ve oradan bütün dünyaya yayılan modern düşünce ve modern hayat tarzının zıttı olarak geleneksel düşünce ve geleneksel hayat tarzı kabul edilir. *Geleneksel toplumların ortak özelliklerinden bir tanesi dinsellikleridir. Yani her gelenek bir şekilde din ile irtibatlıdır ve onunla yoğrulmuştur. Geleneksel olan aynı zamanda dini olarak kabul edilir. * Dinin gelenekle mücadelesi ilk ortaya çıktığında başlar. İslam örneğinde “ataların yolu” bir gelenektir. Yeni din bir topluma hakim olduktan sonra geleneksel yapının en önemli belirleyicilerinden biri olur. * Gelenek-din çatışmasının birbirine zıt iki boyutu vardır. Birincisinde toplum, dindarlığını resmi dinin öngördüğü biçimden fazlası ile ifade etmek ister. Bid’at ya da hurafe olarak görülen tutum budur. İkincisinde ise toplum, resmi dinin ince ve katı normlarını, bütünüyle karşı gelmeden yumuşatmak ister. Farz ve haramın dejenerasyonu buradan başlar.* Din ile geleneksel yapı arasındaki gerginliğin önemli örneklerinden biri olarak düğün eğlenceleri verilebilir. Din adamlarının genelde olumsuz yaklaşımlarına rağmen halk bu günde çalgılı türkülü oyunlu eğlence peşinde olmuştur. Halk bir din adamının çalgı çalmasını eğlenmesini hoş görmez ama kendisi yapar. KÜLTÜRÜN DİNİ TEMELLERİ Dinin Kültür Belirleyici Gücü*Dinlerin, kültür ve medeniyetlerin oluşumunda veya şekillenmesindeki gücü bazı özelliklerinden kaynaklanır. Her şeyden önde din tek tek bireyler üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir.- Din insanlara anlam dünyası sunar; insanın bu dünyada niye yaşadığı, hayatının amacının ne olduğu gibi varoluşsal sorulara cevap verir. Din, mevcut toplumsal hayatın meşrulaştırılmasında da birey üzerinde en etkin faktördür.- Dinin etki gücünü artıran bir diğer özelliği objektifleşmek suretiyle daha kolay ve hızlı biçimde örgütlenmesidir. Din bağı, kan bağından bile güçlü bir şekilde inananları bir araya getirir, onların örgütlenmesine yardımcı olur.- Dinin kültür üzerinde ki etkisini artıran üçüncü özelliği ise bütünleştiriciliktir. * Nihayetinde dinler, insanları bir araya getirmek, örgütlenmek, bütünleştirmek, yerleşik hale getirmenin paralelinde sanatın, edebiyatın, hukukun gelişmesine de doğrudan etki ederler. Dini metinler, onların yorumlanması, yeni dini-edebi türlerin ortaya çıkışı, başta mabet mimarisi olmak üzere resimden müziğe geniş bir yelpazedeki sanatsal faaliyetler, bireyler arası ilişkileri düzenleyen kurallar bir bütün olarak düşünüldüğünde dinin kültür belirleyici doğası daha iyi anlaşılır. Dinin Etki Alanları * Din her şeyden önce toplumun zihniyetini belirler. Birey topluma ve kültüre şekil vermekten çok toplum ve kültür tarafından biçimlendirilir, bu süreçte de bir zihniyet kazanır. Din kurumu birey, kültür ve toplumsal yapı üzerinde geniş bir söyleme sahip olduğundan zihniyeti belirleyen en önemli faktör olarak karşımıza çıkar.Örneğin toplumun din anlayışı sağlıkla ilgili önlemlerde zaman zaman gevşekliğe yol açabilmektedir.Ecelin ilahi takdir olduğunu düşünüp, emniyet kemeri takmayıp ya da domuz gribi salgınında aşı olmayıp tedbir almamak gibi.  * Zihniyetin yanında dinin gündelik hayatımızdaki etkisi en açık biçimde karşımızdadır. Her şeyden önce dilimiz önemli ölçüde dinidir. Selamlaşma, beğeni, temenni cümleleri, zorluklar karşısındaki ünlemlerde dini içerikli kelimeler ve cümleler kullanılır. * Yeme-içme kültürü üzerinde de dinin açık etkisini görebiliriz. Yenilmesi içilmesi dince uygun bulunan maddeler veya yasaklanan maddeler, özellikle hayvanların kesilme biçimi ve yeme şekli. Yemeğe başlarken besmele çekmek bitirince hamdetmek, sağ elle yemek vs. * Dindarlık söz konusu olmasa bile bazı dini nesneler gündelik hayatımıza yayılmıştır. Örneğin her evde Mushaf bulunması, kızların çeyizine mutlaka bir seccade konulması, ailede hiç kimse namaz kılmasa bile misafire gerekli olur düşüncesiyle seccade bulunması, duvarlarda ayet, Allah Muhammed lafızları yada mübarek yerlerin resimlerinin olması, tesbihin bir zikir aracı olması dışında elde gezen aksesuara dönüşmesi vs. * Dinin en önemli etki alanlarından birisi de mimaridir. Özellikle mabet mimarisi her dinin adeta kendisinin hak ve diğerlerinden üstün oluşunun göstergesi olarak büyük bir incelik ve zenginlik içersinde gelişmiştir. Mabet mimarisinde, çok dinli bir toplumsal yapıda diğer dinlerle rekabette söz konusudur. Örneğin, Kubbetü Sahra’nın yapılışında bu olgunun rol oynadığını görürüz. Halife Abdülmelik b.Mervan, Hıristiyanların Kumame Kilisesi’nin büyük yapısın ve ihtişamını görünce Müslümanların kalbinde kiliseye karşı bir tazim duygusu uyanmasından endişe duyarak bu kubbeyi yaptırmıştır. Bu rekabet içinde Süleymaniye, Selimiye ve Sultanahmed Camileri gibi abidevi eserler ortaya çıkmıştır. Yani Ayasofya bu rekabet içinde öğretici bir model görevi yapmıştır. * Dinlerin gündelik hayatın belirleyici faktörlerinden olan siyasi ve iktisadi yapı üzerinde de doğrudan etkilerini görmek mümkündür. Mesleğe, çalışmaya, dünyaya bakışa dayalı ve çoğunlukla dini motiflerle süslenmiş bir zihniyet gündelik hayattaki çalışma düzenini etkiler. Örneğin, ortaçağda ortaya çıkan, gerek Hıristiyanlıkta gerekse İslamda yoksulluğu dini yaşantıya daha uygun gören züht hareketleri. Ortaçağ Hıristiyan dünyasında hakim dini eğilim dünyadan kaçıştı. * Din iktisat kadar siyaset üzerinde de etkilidir. Modernlik öncesi dönemde özellikle Hıristiyan dünyada Papalığın ve diğer kiliselerin ülke yönetimlerinde ciddi anlamda etkin olduğu görülmektedir. Doğrudan bir din adamının devlet başkanı olduğu örnekler çok azdır ancak yöneticiler her zaman için iktidarlarını dinle desteklemek ve meşrulaştırmak gayretinde olmuşlardır. İnsanlar siyasi tercihlerde bulunurken doğal olarak kendi dini yapılarını da göz önüne almaktadırlar. Bireysel ve Toplumsal Hayatta Din *Din bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarına yayılmış olmakla birlikte dönüm noktası diyebileceğimiz konularda daha fazla ön plana çıkar. Hayatın başlangıcı ve sonu bunlar içersinde en önemlileridir. Doğum, ölüm, bebeğe isim vermek, Müslümanlığın sembolü sünnet, ilkel kabilelerdeki giriş ayini (gerçek klan olmak için), Hıristiyanlıktaki vaftiz töreni, nikah vs. birey açısından önemli dini muhtevaya sahip uygulamalardır. * Bireysel hayatlarımızda olduğu kadar toplumsal hayatın önemli zamanlarında da din yer alır. Dini bayramlar, milli bayramlar, düğünler, törenler vs. Sosyo-Kültürel Yapının Dine Etkisi* Din hem ortaya çıkışında hemde gelişiminde çevresel şartların etkisi altındadır. Bugün yaşayan hiçbir dinin, kurucu peygamberin dönemiyle aynı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Sosyo kültürel yapının dini etkilemesi, o yapı içersisinde yetişen bireylerin yaklaşımları ve tepkileriyle ilgilidir. Dini, Kültürün Etkisine Açık Hale Getiren Faktörler* Din çeşitli faktörler ile kültürün etkisine açık ve hazır hale gelir. Bu faktörlerin bir kısmı psikolojik bir kısmı ise toplumsaldır. Bunları üç başlık altında ele alabiliriz. 1- Bireylerdeki dindarlık eğiliminin kolektif hale gelmesi :- Salatı terficiye uygulaması- İslam toplumunda dindarlık eğilimine paralel olarak gelişen ibadet tarzının ilk örneği Hz Muhammed zamanında görülmüştür. Osman b.Ma’zun ve arkadaşları gündüzleri sürekli oruçlu geceleri ibadetle geçirme konusunda anlaşmışlar ama Efendimiz bunun doğru olmadığını söylemiştir.-Mübarek gün ve gecelerde kılınan namazlar yapılan ibadetler (Kadir gecesi dışında mübarek gecelerin kutsallığı İslam alimleri arasında tartışma konusu olmuştur.)- Mevlid kandili uygulaması ((İslamın temel kaynaklarına dayanmadığı hususunda kimsenin şüphesi yoktur.) * İlk mevlit kutlamasını başlatan: 10.yy da Mısır’daki Fatımi Hanedanı.* Sünni halk arasında mevlit kutlamasını başlatan: Erbil Atabeyi Muzaffer Kökböri 2- Pratik toplumsal ihtiyaçlar : - Minarenin ortaya çıkışı, minarelere bayrak çekmek ve kandil asmak* Minare ilk olarak Muaviye zamanında yapılmış- Hz Osman döneminde insanları cuma namazı konusunda uyarmak amacıyla dış ezan okunması. Dış ezan pratik bir ihtiyaca cevap verdiği için zamanla hayatımıza yerleşmiştir. 3-Diğer kültürlerle temas* Kültürler ticaret, seyahat, savaş ve göç (istila) gibi olgularla başka kültürlerle karşılaşırlar.- Haçlı seferleri sayesinde, hiç amaçlanan bir durum olmamakla birlikte, Batı ve Doğu dünya arasında büyük bir kültür alışverişi meydana gelmiştir.- Göç veya istila gibi bir sebepten dolayı uzun süre bir arada yaşamak zorunda kalan kültürler arasında bu etkileşim en üst düzeyde olur. Buna kültürleşme adı verilir. Örneğin Hıristiyanlıktaki yılbaşı ve Paskalya bayramlarının eski putperest bayramlarının dönüştürülmüş halleri olduğu iddia edilir. Sosyo-Kültürel Yapının Din Üzerindeki Etki Alanları * Sosyo-kültürel yapının din üzerindeki etkilerini inanç, ibadet ve diğer toplumsal kurumlar olmak üzere üç başlık altında ele almak mümkündür.İnanç: Resmi öğreti içindeki ihtilaflar ve çeşitli halk inançlarının dine mal edilmesi.Örneğin kabir azabının olup olmadığı hakkında İslam alimleri arasındaki tartışma konusu olmuş, kader konusundaki tartışmalar mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bunların yanında toplumlar Müslüman olurken kendi inançlarının bir kısmını yeni dinlerine taşımışlardır. Bazı taşlara ağaçlara kutsallık atfetmek, ölmüş kişilerden yardım dilemek gibi. İbadet: Hatimler Efendimiz zamanında bireysel yapılıyordu. Ancak daha sahabe ve tabiin zamanında toplu icra edilen merasimler haline gelmiştir. Günümüzde insnların en çok rağbet ettiği nafile namaz olan teravih namazı ise Hz Muhammed sonrasında ibadetlerle ilgili yapılan düzenlemelerin ilk örneğini teşkil eder.Mübarek geceler ait namazlar ise tamamen sonradan ortaya çıkmıştır.Kabuklu deniz hayvanlarının yenilip yenilmemesi durumu.Diğer toplumsal kurumlar: Para vakıfları HAZIRLAYAN:İSRA
 DİN SOSYOLOJİSİ 9.ÜNİTE YENİ DİNİ HAREKETLER

* 19.yy sosyal bilimcilerinin büyük çoğunluğu dinin toplum içersindeki etkisinin azalması üzerine odaklanmışlardı. Bu yüzden yeni yeni ortaya çıkan dini hareketleri marjinal gruplaşmalar olarak gördüler ve ciddi anlamda incelemeye değer bulmadılar.Özellikle ABD’de 1970’lerden sonra Evanjelik hareketin siyasal alanda da söz sahibi olmaya başlaması, ister istemez sosyal bilimcilerin yeni dini hareketlere odaklanmalarına sebep oldu. * İlahiyat terminolojisinde “din”, mezhep”, “tarikat” gibi kavramlar söz konusu iken sosyoloji “dini grup” ve “dini hareket” kavramlarını tercih eder. TEMEL KAVRAMLAR* İslamda mezhep, tarikat kavramları anlatılmış. Zaten biliyosunuz yazmam ayıp olar  * Hıristiyan düşüncesi açısından konuya bakıldığında mezhep kavramının din kavramına doğru kaydığı görülür. Hıristiyanlıktaki Katoliklik veya Ortodoksluk İslam’daki Hanefilik ya da Şafiilik gibi değerlendirilmez. Aksine Hıristiyan mezhebi kendisini artık müstakil bir din olarak görür ve ancak kendi düşüncesine inanan kişinin kurtuluşa ereceğini kabul eder.  *Mezheple iç içe geçmiş diğer bir kavram ise kilisedir. Gündelik Türkçemizde Hıristiyanların mabedi olarak bilinen kilise aslında pek çok anlama gelir. Kilise en başta bütün Hıristiyan inancını ve topluluğunu ifade eder. Bu yüzden esas kilisenin Katolik olduğu, ondan ayrılmış her grubun mezhep olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır. * Mezhep olarak görülen oluşumlar aynı zamanda kendilerini bir kilise olarakta görürler. Yedinci Gün Adventist Kilise, Ahir Zaman Azizleri Kilisesi gibi. * Hıristiyan terminolojisinde Türkçe’ye tarikat olarak çevrilen “cult” ve “sect” kavramları, henüz mezhep aşamasına gelmemiş, yani düşünce ve uygulama olarak olgunluğa erişmemiş oluşumlardır. Ancak kendilerini kilise olarak isimlendirebilmektedirler.* Din sosyolojisinde kuşatıcı bir kavram olarak ”dini grup” tercih edilmektedir .Sosyal grup: Toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelen, aidiyet bilinci taşıyan, birbirleri arasında sıkı iletişim olan, belirli bir hiyerarşi ve normlara sahip, buna bağlı olarak toplumsal yaptırım uygulayan, görece sürekliliğe sahip insan topluluğudur.Ancak bir gruplaşma olmadan da insanlar çeşitli biçimlerde bir araya gelirler. Bu tür topluklara yığınadı verilir. Örneğin bir mağaza açılışında insanların bir araya toplanması gibi. * O halde sosyal hareket bir taraftan eyleme yönelik bir düşünce olarak diğer taraftan da bir düşünce çerçevesinde bir araya gelen ancak grup örgütlenmesi taşımayan insan topluluğu olarak tanımlanabilir.Dünya ölçeğinde bir örnek verilirse çevrecilik bir hareket, bu düşünce için bir araya gelen Greenpeace gibi örgütler birer sosyal gruptur.* Konumuz açısından bakıldığında bir dinin oluşumundan sonra ortaya çıkan mezhepler hareket olarak değerlendirilebilir. Ancak tarikatlar, cemaatler birer gruptur. Örneğin Adventizm bir harekettir. Ama bu hareket içinden çıkan Yedinci Gün Adventistleri veya Yahova Şahitleri birer dini gruptur. YENİ DİNİ HAREKETLERİN SOSYOLOJİSİYeni Dini Hareketlerin Temel Özellikleri * Bir sosyal hareket veya sosyal grup incelenirken hareketin oluşumu, liderlik, kurumsallaşma, hareketin veya grubun geçirdiği dönüşümler, parçalanma ve yeni hareketlerin veya grupların çıkışı gibi olgulara dikkat etmek gerekir. Dinin Üç Temel Öğesi: İnanç, İbadet ve Cemaat * Bir dini hareket karizmatik bir dini liderin etrafında gelişir. Dini lider ya toplumdaki mevcut dini yapıya karşıdır ya da içinde yetiştiği dinin bazı yorum ve uygulamalarını kabul etmemektedir. Böylelikle yeni bir din, yeni bir mezhep ya da tarikat ortaya çıkar. * Dinbilimcilere göre bir harekete din denilebilmesi için inanç, dini pratikler ve cemaat olmak üzere en az üç temel unsurunun olması gerekir. * Yeni dini hareketlerde benzerlik gösteren en önemli inanç konuları ahir zamanda yaşanıldığı, kıyametin gittikçe yaklaştığı ve bir kurtarıcının (Mesih) gelmekte olduğudur.* Dini hareketler aynı zamanda belirli ritüellere yani ayinlere sahiptir. İbadet edilmeyen hiçbir dini hareketten söz edilemez. * Dini hareketin diğer bir önemli öğesi ise insan topluluğudur (cemaat). Cemaat yeni dinin ayakta durmasında ibadetler kadar önemli rol oynar. Liderlik * Dini hareket lider etrafında şekillenir. Merkezde lider olup, sonra yakın bağlılar, daha sonra da uzak bağlılar gelir. Cemaatin en dışında ise sempati besleyenler vardır. Yakın bağlılar liderin koruyucularıdır. Liderin gerçekte olağanüstü olmadığını ilk fark edenler bunlardır ve cemaatin devamı için bunu gizlerler ve hatalarını örterler. *Sosyal bilimlerde lider tipler karizmatik lider olarak isimlendirilirler. Liderin bir grubu bütün yönleriyle yönetmesi mümkün olmayabilir. Bu durumda yakın bağlıları arasından bir “yönetsel lider”seçilir. Örneğin, Yedinci Gün Adventistleri’nin peygamber olarak kaul ettiği Ellen G.White’ın kocası James White buna tipik bir örnektir. * Karizmatik liderin ölümünden sonra peşinden gelen hareket liderleri, kurucu lideri bir peygamber biçiminde kutsallaştırarak cemaatlerini daha düzenli bir hale sokmaya yani kurumsallaştırmaya çalışırlar. Bölünme ve Yeni Grupların Ortaya Çıkışı * Karizmatik liderden sonra başlayan kurumsallaşma süreci aynı zamanda bölünme ve parçalanmaları da beraberinde getirir. Hareketin bölünmesindeki en önemli faktör karizmatik liderin ölümüdür. * Bölünme ve parçalanmanın diğer bir önemli sebebi ise inanç ve uygulama konusunda ana dini cemaat ile farklı düşünmektir. Böyle düşünenler grup içersinde yeni bir hareket başlatmış olurlar. Yeni Dini Hareketlerin Tipolojisi * Batı’da ortaya çıkan yeni dini hareketler çeşitli biçimlerde tasnif edilmiştir. Sosyolojik perspektiften bakıldığında “dünyayı reddeden, dünya ile uzlaşan veya dünyayı kabul eden” hareketler şeklinde bir ayrım yapılabilir.- Dünyayı reddeden dini hareketler seküler (dünyevi) olan herhangi bir yapılanmaya karşıdırlar. Tavizsiz bir akideye ve ahlaki prensiplere sahiptirler. Hare-Krişna Hareketi ve Moonculuk bu tür hareketler olarak kabul edilirler.- Dünyayı kabul eden dini hareketler, dünya ile bağlarını koparmadan daha huzurlu bir hayat peşindedirler. İnanç, ibadet hayatı ve cemaat oluşturma konusunda rahat bir görüntü sergilerler. Transandantal Meditasyon bu anlayışa örnektir.- Dünya ile uzlaşan dini hareketler ise manevi ve dünyevi hayat tarzı arasında ayırım yaparlar. Yeni-Pentekostalistler gibi. * Bir başka açıdan yeni dini hareketler kişisel gelişimci veya toplumsal dönüşümü amaçlayan hareketler şeklinde tasnif edilebilir. * Yeni dini hareketlerin önemli özelliklerinden birisi de uzun süreli bir istikrar gösterememeleridir. * Yeni dini hareketler Modern Batı toplumlarının yapısında bir şekilde kendini gösteren ve buradan dünyaya yayılan akımlar olma özelliğine sahiptir. Yeni dini akımlar içersinde önemli yer tutan Uzakdoğu kökenli akımlar bile öncelikle Batı dünyasında kendilerine yer bulmuşlar oradan yayılmışlardır. * Batı’dan dünyaya yayılan yeni dini hareketleri şu başlıklar altında da sınıflandırabiliriza) Hıristiyanlığın yeni yorumunda dayanan hareketler: Tanrı’nın çocukları, Mormonlar gibib) Uzakdoğu kökenli olup Batı’da yaygınlaşan hareketler: Zen Budizmi, Hare-Krişna gibic) Kişisel gelişimci olup Hıristiyanlığa ve diğer dinlere ilgisiz olan hareketler: Sayentoloji gibi.Bu ayırımda yetersizdir. Zira artık İslam ülkeleri kökenli olan hareketlerde ortaya çıkmıştır. Aikido Yeniden Dirilme Şehri, Meher Baba, İlahi Nur, İslam Milleti, çeşitli sufi hareketler vs. Yeni Dini Hareketlerde Katılım ve Büyüme * Yeni dini hareketlerin ortaya çıktığı ülkeler eğitim, iş, iltica gibi amaçlarla dünyanın her yerinden göçle gelen insanlara kapılarını açmış ve homojenlikten çıkmış ülkelerdir. * Bunun yanında modernleşme süreci ile birlikte hızlı şehirleşme, aile kurumunun zayıflaması, bireyci düşüncenin hakim olması, bir dini kurmanın bürokratik açıdan dernek kurmak kadar kolay olması gibi etkenler yeni dini hareketlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. * Alman sosyal biliminde yeni dini hareketlere, daha çok gençler ilgi gösterdiği için “gençlik dinleri” de denir. * İnsanların yeni dini hareketlere yönelmesine ve bu hareketlerin çoğalmasına veya yaygınlaşmasına sebep olan faktörler; a) Mahrumiyet: Bu hareketlerin daha çok çeşitli şekillerde mahrumiyet duygusu yaşayan insanlarca tercih edildiği iddia edilmektedir. Mahrumiyet duygusu yaratan faktörlerin başında psikolojik problemler gelir. Anlamsızlık, yalnızlık, dışlanma vs. Bedeni kusurlar da önemli bir mahrumiyet faktörüdür. Bu hareketler psiko-sosyal desteklerle mahrumiyet duygusunu yok ettikleri gibi, bu duygudan dolayı kendisini değersiz hisseden kişiye önemli roller ve sorumluluklar yükleyerek özgüvenlerini tekrar kazanmalarına yardımcı olur. b) İlişki Ağları: Yeni dini hareketlere katılım ve gelişimde bireysel ilişkiler önemli rol oynamaktadır. Hareketin içinde bulunanlar uzun süreli arkadaşlıklara sahiptir. c) Ahlaki ve Sosyal Belirsizlikler: Yeni dini hareketler genelde alternatif bir hayat tarzı ve kesin ahlaki ilkeler öngördüklerinden çıkış yolu arayan insanları çekerler. Güçlü liderlik özellikleri de endişe içinde olan bireye toplumun kurtulacağı, geleceğin daha iyi olacağı konusunda ümit verir. * Yeni dini hareketlerin hızlı bir biçimde büyümesi konusunda birden çok faktörü içine alan genel bir yaklaşım olarak Wuthnow ve Lawson’un Kültürel Eklenme Teorisi’nin iki temel önermesi: 1- İdeolojik hareketler belirli sosyal bağlamlarda kendilerini bulurlar 2- Sosyal hareketler çevresel şartlara eklemlenme süreci sonunda yeni bir yapı ve içerik kazanırlar.Bir sosyal hareketin ortaya çıkışında çevresel faktörler önemlidir. Liderler çevresel faktörler içindeki potansiyel kaynakları (toplumun yapısı, zihniyeti, hoşgörü durumu, şikayetçi olunan durumlar, iletişim araçları vs) en iyi biçimde değerlendirip öğretilerini ortaya koyarlar ve insanları çevrelerine toplarlar. Yeni Dini Hareketlerin Sonuçları (Toplumsal Etkileri) a) Dinin Kurumsal Otoritesinin Zayıflaması *Yeni dini hareketlerin çokluğundan dolayı 20.yy on ikinci yarısı bir dini uyanış çağı olarak görülmektedir. *Dini hareketlerin çokluğu ve çeşitliliği özellikle Hıristiyan dünyada dinin kurumsal gücünün kaybolmasına sebep olmuştur. b) Toplumsal Bütünleşmeye Yönelik Tehditler * Dini anlayışların çeşitliliği farklı kesimlerdeki insanların dini yaşamaları açısından önemli bir işlev görse de, bu dini yapıya tamamen farklı anlayışlar toplumun bütünlüğü açısından tehdit oluştururlar. Topluma dışarıdan gelen ve sayıca çok ama zayıf yeni dini hareketlerin bütünleşme açısında tehdit olduğu aşikardır. * Yerleşik dini inanç, bu inancın altında gelişmiş olan gruplaşmalar toplumca bilinir ve buradaki endişe düzeyi daha düşüktür. Ancak topluma yeni giren inançlarda tam tersi bir durum söz konusudur. Bu yüzden yeni dini hareketler toplumun bir bütün olarak hayatını sürdürmesinde bir tehdit olma potansiyeli taşırlar. c) Patolojik Yaşantı Örnekleri * Yeni dini hareketlerin içinde geçirdiği bazı olumsuz tecrübeler toplumun bu hareketler karşısında endişeli tutumunu daha da artırmaktadır. Bu olumsuz konuların başında karizmatik liderlerin özel hayatları, grup içindeki gayrimeşru ilişki biçimleri gelmektedir. * Yeni dini hareketlerin sergilediği diğer bir olumsuz tutum ise toplu intiharlardır. Bu hareketlerin çoğunda güçlü bir kıyamet gücü inancı vardır. İnsanlık tarihinde toplu intiharlar yeni dini hareketlere özgü bir olgu olarak karşımıza çıkar. YENİ DİNİ HAREKET ÖRNEKLERİ MORMONLAR * Resmi adı: İsa Mesih’in Ahir Zaman Azizleri Kilisesi * Kurucusu: Joseph Smith * Bugün Mormonlar tek bir kilise altında olmayıp büyüklü küçüklü gruplara ayrılmıştır. * Smith küçük yaştan beri definecilikle uğraşmış. * Mormon Kitabı’nın ortaya çıkışı ve kiliselerinin kurulması : 1830 * Toplumdan ayrı yaşamaları ve çokeşliliği uygulamalarından dolayı sürekli takibata uğrarlar. * Başdanışman (Sydney Rigdon) kızının Joseph Smith tarafından baştan çıkarıldığı gerekçesiyle hareketten ayrılır. Dieğr bazı üyeler özellikle çok eşliliği protesto eden bir gazete çıkarırlar. Smith bu gazeteyi tahrip ettirdiği gerekçesiyle tutuklanır ve hapishanede bir grubun saldırısı sonucu hayatını kaybeder. * Mormon inancına göre 1890 da üçüncü lider Woodruff çokeşlilik konusunu Tanrıya danışır ve çokeşliliğin yasaklandığına dair bir vahiy alır. * Çay, kahve, kola, alkol, sigara tüketimi yasak * Kadınlarda papaz olabiliyor * Çoğunluğu ABD’de ve Güney Amerika’da olmak üzere 10 milyonu aşkın nüfusu olduğu tahmin ediliyor. * Mormonların ülkemize gelişi 1888 yılına kadar gitmektedir. İlk olarak Sivas’ın Zara ilçesindeki Ermeniler arasında bir kilise kurmuşlar ancak arzu ettikleri başarı sağlanamayınca Suriye’ye gitmişler. * Türkiye’de 600 Mormon olduğu tahmin ediliyor. YEDİNCİ GÜN ADVENTİZMİ * Advent: İsa Mesih’in krallığını kurmak üzere tekrar yeryüzüne dönmesi demektir. * 19.yy da bu hareketin önemli temsilcilerinden biri Newyork’ta yetişmiş rahip William Miller’dir. * Miller Kitabı Mukaddes’i lafzi bir biçimde yorumlayarak İsa’nın gelişinin ruhani ya da sembolik değil bizzat fiziksel olduğunu iddia etti. Kehanetine göre İsa Mart 1843-44 tarihleri arasında gelecekti. Miller’in kehaneti tutmadı ve halk arasındaki eski gücünü yitirdi. * Bugün Yedinci Gün Adventistleri olarak bilinen grup Miller’in takipçisidir. * Kurucuları arasında pek çok isim yer almakla birlikte esas rol, vahiy aldığını iddia eden Ellen G.Whiteve kocası James White’e aittir. * Kendilerini “ahir zaman cemaati” olarak gördükleri için Ellen’in peygamberliğine inanırlar. * Yedinci Gün Adventistleri’nin Miller’in yanılması konusuna geliştirdikleri doktrin: Kademeli Hakikat Öğretisi. * Ellen G.White kendine peygamber demez ama vahiy aldığını söyler. * Hareket’e göre İsa Mesih yakın bir zamanda yeryüzüne inecektir. * Kafirler için ebedi cezayı kabul etmezler, zira onların Kitabı Mukaddes yorumuna göre söz konusu edilen ebedi ceza kıyamettir. * İncil’in kesinlikle hata içermediğine, ibadet gününü Cumartesi olduğuna vs inanırlar. * Hareketin ilk kurucuları beslenmeye çok önem verdiğinden Ellen G.White alkolü yasaklatmış ve vejeteryan bir beslenme anlayışı getirmiştir. * Çoğunluk Avrupa ülkelerinde yaşar. Onda biri ABD’de. * Türkiye’deki ilk adventist: Theodore Anthony isimli bir Rum’dur. YEHOVA ŞAHİTLERİ * Ülkemizde de tanınan Yehova Şahitleri bir adventist harekettir. * Resmi kurucusu : Charles Taze Russel * Kitabı Mukaddes incelemeleri sonucunda, cehennemin ebedi ceza değil de sadece ölüm olarak anlaşılması gerektiği kanaatine vardı. * 1881’de resmi bir dernek olarak faaliyetlerine başladılar. * 1914’te İsa’nın fiziki olarak görüneceği kehanetinde bulundu. * Russel 1916’da vefat etmeden önce bir dizi skandal yaşadı. Önce İsa’nın görüneceği kehaneti tutmadı. Yunanca bilmediği ortaya çıktı, olaylı bir şekilde boşandı ve yüksek düzeyde verim vereceği vaadiyle satılan buğday tohumlarının fiyaskoyla sonuçlanması grubu sarstı. * Russel’den sonra başkanlığa gelen Joseph F.Rutherfod yönetsel yetenekleriyle grubu toparlamayı ve bugünkü şekliyle örgütlemeyi başardı. * Rutherford, daha önce adı “İncil Öğrencileri” veya “Russelcılar” olan gruba “Yehova Şahitleri” adını verdi. * Temel Hıristiyan ayinlerinden vaftizi ve komünyonu (ekmek-şarap ayini) kabul ederler. Vaftiz çocuklara değil, yetişkinlere ve tamamen suya girilerek yapılır. * Ruhban sınıfını kabul etmezler. * Milli devletleri onların sınırlarını kabul etmez, marş, siyasi parti, oy kullanma ve bayrağa karşıdırlar. * Devletlerarası savaşa karşı oldukları için askerlik yapmayı kabul etmezler. * Kan alıp vermenin haram olduğu inancındadırlar. * Yehova Şahitleri kapı kapı dolaşıp kendi inançlarının propagandasını yapmakla tanınırlar. * Yüz binlerce kişinin katıldığı toplu ibadetlerle kamuoyunun gündemine gelmektedirler. * Dergileri; The Waatch Tower (gözcü kulesi). * 2007 yılından dernekli resmen tescil edilmiştir. * Bugün yoğun olarak ABD, Güney Amerika ve Avrupa’da yaşarlar. MOONCULUK: BİRLEŞİK KİLİSE * Resmi adı: Birleşik Kilise * Kurucusu: Kuzey Kore doğumlu Sun Myung Moon * Uzak doğu kökenli olan Moonculuk bünyesinde Hıristiyan öğeleri taşır. * Moon’un kendi iddiasına göre 1936’da İsa ona görünerek “Tanrı’nın Krallığı”nı kurmasını teklif eder. * Moon’un dini yaklaşımı Kitabı Mukaddesin yeni bir yorumudur. Bu yorum üç temel sürece dayanır.İnsanın yaratılışı, yaratılış amacından uzaklaşması, tekrar yaratılış konumuna döndürülerek kurtuluşa ermesi. * Gerek Moon, gerekse eşi günahkar doğaya sahip olmayan insanlar olarak kabul edilirler. * Moon, uzun yıllar boyunca Mesih olduğunu doğrudan ifade etmemişse de 1992 yılında bunu açıkça söylemiştir. * Mooncular stadyumlar gibi büyük yerlerde on binlerce çiftin katıldığı toplu nikah törenleri ile kamuoyunda duyulmaktadır. * Mooncular güçlü bir misyonerlik anlayışına sahiptir. Bir mooncu en az üç kişiyi kendi dinine sokmadan ve en az üç yıl hizmet etmeden evlenemez. * Ülkemizdeki ilk faaliyetleri 1980’de dört misyonerin gelmesiyle başlamıştır. HARE-KRİŞNA : ISKCON * Kendilerini Uluslar arası Krişna Bilinci Cemiyeti olarak nitelendiren grup Hindistan kökenlidir. * Hinduizmin temel özelliklerini taşır. * Şiva veBrahma gibi önemli tanrılardan birinin Vişnu olduğuna inanılır. * Krişna eski Hint dili Sankritçe’de siyah anlamına gelir ama tasvirlerde mavi renkte bir insandır. * Kurucusu: Krişna’nın son reenkarnasyonu olduğuna inanılan Bengalli Chaitanya * Günümüzde bu hareketi ihya eden ve Batı dünyasına tanıtan kişi asıl adı Abhay Charan olanPrabhupada. * Krişna hareketi daha çok uyuşturucudan kurtulmak isteyen hippi kökenli gençlerin ilgisini çekmiştir. * Hinduizmin inanç esasları yanında yükümlü oldukları hususlar; Birincisi, gayrimeşru ilişkide bulunmamak, kumar oynamamak, uyuşturucu kullanmamak, çay kahve çikolata ve alkolden uzak durmak, et yememektir.İkincisi, Sankritçe bir isim almaktır.Üçüncüsü, “mantra” adı verilen bir zikir yapmaktır. * Hareket mensupları saçlarını kazıtıp sadece arka tarafta bir örgü bırakırlar. * Krişna hareketi Orta Asya cumhuriyetlerindeki faaliyetleriyle dikkat çekmektedir. Ülkemizde de yoga faaliyetleri altında propagandalarını yapmaktadırlar. TRANSANDANTAL MEDİTASYON * Dünya çapında yaygınlık kazanan yoga akımının en önemlilerinden biri * Kurucusu: Maharishi Mahesh * Amerika’da ün kazanmış, ün kazanmasında Beatles adlı müzik grubunun da büyük etkisi var. * New Jersey mahkemesi 1977’de, Transandantal Meditasyon’un Hinduizm’e dayalı bir din olduğuna hükmetmiş ve okullarda meditasyon tekniklerinin öğretimini yasaklamıştır. * Bağlıları tarafından Maharishi büyük bir yoga ustası ve bilim adamı olarak kabul edilmektedir. Hinduların kusal kitaplarından Bhagavat Gita’nın yorumcularından biride Maharishi’dir. * Akımın bütün dünya insanlığını manevi bir devlet altında toplamak, böylelikle fakirliği, mutsuzluğu yenmek, tabiatla yaşamak gibi küresel bir amacıda vardır. * Ülkemize 1966’da gelmiş. İSLAM MİLLETİ : (NATİON O İSLAM) * ABD’de ortaya çıkan İslam Milleti Müslüman zencilere dayanan bir yeni dini harekettir. * 20.yy ın başlarında asıl adı Timoth Drew olan bir kişi Noble Drew Ali ismiyle zencilerin aslen Asyalı oldukları ve bundan İslam’a dönmeleri gerektiğini vurgulayan bir söylemle ortaya çıktı. Kendisi bir cemaat kurdu ve Kitabı Mukaddes ve Kuran’dan derlediği bir kitabı cemaatine empoze etmeye başladı. Binlerce taraftar bulmasına karşın İslam Milleti hareketi ortaya çıkınca etkisini kaybetti.  * İslam Milleti Wallce Fard Muhammed ismiyle bilinen Wallace D.Fard tarafından kuruldu. * Fard Muhammed, Drew Ali’nin zenciler üzerine kurduğu söylemi geliştirdi. Ona göre ilk insan siyahtı ve siyahlar Arabistan-Mısır coğrafyasında yaşıyorlardı. Beyaz ırk sonradan ortaya çıkmıştı ve kıyamet beyaz ırkın üstünlüğünün sona ermesi demekti. * Fard Muhammed önceleri kendini mehdi ve peygamber olarak görürken sonradan Tanrı olduğunu iddia etmiştir. * Hareketin Amerikan zencileri arasında hızlı bir şekilde yayılmasında Malcolm X’in etkili vaazlarının ve karizmasının önemli rolü vardır. * Fard Muhammed 1934’te ortadan kayboldu ve hareketin başına Elijah Muhammed geçti. * Elijah Muhammed 1975’te ölünce hareketin başına oğlu Wallace Muhammed geçti. * Wallace Muhammed, Fard Muhammed’in tanrılığı, Elijah Muhammed’in peygamberliği, beyazların şeytani oldukları biçimindeki doktrini değiştirdi. Namazın ve diğer ibadetlerin İslam’a uygun bir şekilde yapılması için çaba gösterdi. Hareketin ismini birkaç değişiklikten sonra Amerikan Müslüman Misyonu olarak belirledi.



DİN SOSYOLOJİSİ 10.ÜNİTE DİN VE TERÖR

*Şiddet ve terör olayları sosyal bilimlerin ilgilendiği önemli konular arasındadır. Şiddet ve terör olayların analizinde ana çerçeve siyaset ve uluslar arası ilişkiler eksenine dayanmaktadır. * Terörün sosyolojisiyle ilgili çalışmalarının az oluşunun başlıca nedenleri arasında, bu eylemlerin gizlice planlanıp yürütülmesinden dolayı sistematik veri toplamada karşılaşılan güçlükler ve terörün, diğer faktörlerle kıyaslandığında toplumsal değişme açısından anlamlı bir etken olarak görülmemesi sayılabilir. Ayrıca şiddet ve terör konusundaki ABD/Avrupa merkezli yaklaşımında bunda payı olduğu söylenebilir. * Şiddet ve terör olaylarının ABD ile sınırlı kalmayıp, İspanya, İngiltere, Endonezya ve Türkiye’de de toplumların bilincinde deri izler bırakacak şekilde yaygınlaşması, sosyologların dikkatini gecikmelide olsa şiddet ve terör olaylarına çevirmiştir.

TERÖR (KAVRAM VE YAKLAŞIMLAR) * Terör tanımı zor bir kavramdır. Siyasi, ideolojik ve dini kaynaklardan beslenen yaklaşım farklarından dolayı terör, terörizm ve terörist kavramları muğlak kalmıştır. Bunda devletler ve uluslar arası aktörlerin kendi çıkarlarını gözetmesi önemli rol oynamaktadır. * Terör, Latince, korkutmak, gözdağı vermek, sindirmek, ürkütmek, endişelendirmek gibi anlamlara gelen “terrere” kelimesinden türetilmiş. * Terör kelimesi, Batı siyaset diline 1789-1794 Fransız Devrimi sırasında, jakobin devrimcilerin iç düşmanlara karşı yürüttükleri eylem ve hükümetin yaptığı baskı ve doğrudan yürüttüğü infazlara işaret eden bir terim olarak girmiştir ki binlerce kişinin hayatını kaybettiği bu dönem “Terör Dönemi” olarak anılmaktadır. * Fransız devriminden bu yana terör kavramının kapsamı hayli genişlemiştir. * Teröre ilişkin tanımlamalarda en sık vurgulanan yönler, terörün siyasi amaçlara ulaşmak amacıyla planlı bir şekilde kullanılan dil, söylem, araç, yöntem ve stratejiye işaret etmesi ve doğasında stres, korku, endişe, kaygı, panik, telaş ve dehşet duyguları uyandırma özelliklerini barındıran şiddet eylemi olduğudur. * Terör, terörizm ve terörist kavramlarının dört ana özelliği- Çatışma, çekişme ve kavganın şekillendirdiği siyaset biçiminde, çoğu insanın terör diye adlandırdığı veya anladığı korkutma stratejisi çok sık başvurulan bir yöntemdir.- Çok sayıda kişi, grup ve ağ bu stratejiyi zaman zaman kullanmaktadır.- Söz konusu strateji, siyasi mücadelenin diğer biçimleri ile sistematik biçimde ilişkilendirilmektedir.- Baskı ve zorlamayı bir araç olarak kullanan kişi ve gruplar belirli siyasi durumlarda zaman zaman terör stratejisine başvurmakta ve bu konudaki uzmanlıklarından dolayı da sonuç son derece yıkıcı olmaktadır.

* Terör kavramının tanımı ve açıklaması ile ilgili dört ana söylem

1- Akademik/Bilimsel Yaklaşım: Bilim insanları şiddet ve terör olgusuna bir yurttaş, ideolog ve güvenlik uzmanı olmaktan ziyade bir araştırmacı olarak yaklaşma eğilimindedir. Türkiye bağlamında terör ve şiddete ilişkin çalışmaları ile de bilinen Ümit Özdağ, Orhan Türkdoğan, Baskın Oran, Fikret Başkaya ve Doğu Ergil gibi akademisyenlerin birbirinden farklı yaklaşımlara sahip oldukları gözlenmekte.

2- Devletçi/Resmi Yaklaşım: Devle yetkilileri terör olgusuna güvenlik ağırlıklı olarak bakmaktadır. Devletin terör tanımlarında siyasal amaçlı saldırı olduğu vurgulanmaktadır.

3- Medyatik Yaklaşım: Medyanın yaklaşımında öne çıkan unsurların suikast, bombalama, sabotaj, işkence ve rehin alma eylemleri gibi nedenden çok sonuçlara odaklanan unsurlar olduğu görülmektedir.

4- Şiddet yanlısı muhaliflerin yaklaşımı: Bunlar, eylemlerini meşru görmekte ve genelde kendilerini “özgürlük savaşçıları” olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım şiddet ve terörü suç kategorisinden çıkarmayı hedeflemektedir.

* Terörün neden ve kökenlerini açıklamaya yönelik bahsedilen üç teori:

1- Ortodoks terörizm teorisi: Terörü anlamaya yönelik en yaygın olarak başvurulan yöntemdir. Terörün işlevsel, sembolik ve taktiksel yönlerini ön plana çıkarır. Terörün ne olduğu, nasıl işlendiği sorularını cevaplar anca niçin bu eyleme başvurulduğunu açıklamaz.

2- Radikal terörizm teorisi: söz konusu eylemleri haklılaştırma ve meşrulaştırma amacı taşıyarak ele alan kuramdır. Bu kurama göre gerekli görüldüğü durum ve şartlarda devlet ve siyasi otoriteye karşı şiddet kullanmak bir savunma aracı olarak meşru bir yöntem olarak görülmektedir.

3- Ilımlı terörizm teorisi: Bu kuram literatürde sınırlı olarak yer almakla birlikte terörün kökenlerine odaklanır ve terörün siyasi, sosyal, ekonomik ve yapısal nedenlerini anlama ve açıklamayı hedefler. Sosyolojik yaklaşımın bu kuramı içerdiği söylenebilir.

SOSYOLOJİK YAKLAŞIMIN İMKANLARI
* Terörle ilgili günümüzdeki literatüre bakıldığında, bu tür olaylara ilişkin tanım ve açıklamaların odak noktasını “siyasi amaçlı şiddet eğilimi” vurgusunun oluşturduğu görülür. Şiddet ve terör eylemleri söz konusu olduğunda hem analizler hem de çözüme ilişkin görüşler söz konusu eylemlerin yaşanması, hedeflerine yönelik saldırıların görünür hale gelmesi ve kamuoyunu etki altına almasıyla başlamaktadır.* Analizlerde terör olaylarının “nasıl” olduğu merkeze alınmakta “niçin” sorusu dikkate alınmamaktadır. 
* Sosyolojik yaklaşım tek ve en güvenilir yaklaşım olarak değil diğer yaklaşımları tamamlayıcı bir bakış açısı olarak görülmelidir.
* Şiddet ve teröre başvurmak siyasal ve stratejik nedenlere bağlı bir seçenektir.
* Terör ve şiddet faaliyetlerinin merkezinde genelde radikal bir siyasal grubun varlığı ve yönlendirmesi söz konusudur. Bunlar teröre başvurma seçeneğini bilinçli olarak tercih ederler. Burada önemli olan siyasal amaçlara ulaşmak için seçilen yada başvurulan yöntemin meşruiyeti değil etkinlik derecesidir.

Arkadaşlarım... 10.ünitenin tam da burasında tıkandım.. Çünki bu ünite özet çıkacak gibi değil. çok kafa vermek lazım oda bende yok.. yani 10. ünite ellerinizden öper. Genelde anlatım olduğu için kısaltıpda eksik yada yanlış anlaşılcak şekilde özet çıkarmak istemedim.. herkese iyi çalışmalar.. Bu ünite olmasa da diğer ünitelerden en iyi şekilde yararlanırsınız inşAllah.. Rabbim hepinize zihin açıklığı versin.
  HAZIRLAYAN:İSRA


2 yorum: